1951 doğumlu Fransız tarihçi, antropolog, demograf, sosyolog ve siyaset bilimci Emmanuel Todd, sosyal bilimlerin neredeyse her dalıyla yakından ilgilenmiş ve kendi içerisinde tutarlı çok farklı teoriler geliştirmiş önemli bir bilim insanıdır. Yıllardır Paris merkezli Ulusal Nüfus Etütleri Enstitüsü-INED‘de çalışan Todd, Sovyetler Birliği’nin yıkılacağını yıllar öncesinden (1976) öngörmesinin yanı sıra (çocuk ölüm oranlarına dayalı olarak), aile yapısı kavramını merkeze alarak geliştirdiği sosyal teorilerle politik tartışmaları ve jeopolitik olayları çok farklı açılardan yorumlayabilen son derece özgün bir kişidir. Todd’un İmparatorluktan Sonra: Amerikan Sisteminin Çöküşü adlı kitabı Türkçe’ye de çevrilmiş ve ülkemizde yayımlanmıştır. İşte bu ilginç ve önemli isim, 12 Ocak 2023 tarihinde sağ eğilimli popüler Fransız gazetesi Le Figaro‘ya (muhabir Alexandre Devecchio) kapsamlı bir röportaj vermiştir. Bu yazıda, “La Troisième Guerre mondiale a commencé” (Üçüncü Dünya Savaşı Başladı) başlıklı bu röportajdan bazı önemli bölümler özetlenecektir.
Röportajında daha çok Rusya-Ukrayna Savaşı’nı analiz eden Emmanuel Todd, öncelikle iki komşu ülke arasında bir toprak mücadelesi ve -bölgesel nitelikte- sınırlı bir savaş olarak başlayan mücadelenin kısa süre içerisinde Rusya Federasyonu (kısaca Rusya) ve Çin Halk Cumhuriyeti (kısaca Çin) ile Batılı ülkeler arasında yaşanan küresel bir güç rekabetine döndüğü ve bunun Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olduğu saptamasını yapmaktadır. Rus lider Vladimir Putin’in savaş öncesinde Ukrayna’ya baktığında, yeşermekte olan bir demokrasiden ziyade çökmekte olan bir devlet (failed state) gördüğünü belirten Todd, bu nedenle Putin’in ani ve beklenmedik büyüklükte bir saldırı ile tüm Ukrayna’yı kontrolü altına almayı denediğini düşünmektedir. Buna karşın, Putin’in başlangıçtaki beklentisinin hatalı olduğunu vurgulayan Fransız düşünüre göre, Ukrayna, dışarıdan askeri ve finansal yardım alarak kendi ulusal mücadelesini sürdürmeyi başaran yeni bir model geliştirmiş ve Rusya’ya rahat bir zafer imkânı vermemiştir. Bu bağlamda, Amerikalı akademisyen John Mearsheimer’ın savaş hakkındaki analizine katılan Todd, Ukrayna’nın 2014 yılından itibaren Amerikan, İngiliz ve Polonyalı askerlerin ülkeye yerleşmesiyle bir de facto NATO üyesi haline geldiğini vurgularken, Rusya’nın NATO tarafından kuşatıldığı algısıyla hareket ettiğini ve bu nedenle yürüttüğü mücadeleyi defansif (savunmacı) ve önleyici olarak gördüğünü ifade etmektedir.
Bu noktada, aynı Mearsheimer gibi Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğine asla yeşil ışık yakmayacağını belirten Emmanuel Todd’a göre, savaş sürecinde Batılıların iki ön kabulü de geçerliliğini yitirmiştir. Bunlar; (1) Rusya’nın Ukrayna’yı askeri olarak ezeceği ve (2) Batı’nın da Rusya’yı ekonomik olarak çökerteceği tezleridir. Todd’un düşüncesine göre, Ukrayna, yüzde 16 toprak kaybetmesine rağmen Rus Ordusu’na karşı ezilmemiş, hatta onlara kök söktürmüştür. Ancak Rusya da Batı yaptırımlarına rağmen ekonomik olarak yıkılmamış ve hatta son günlerde Rus rublesi dolar ve avro karşısında değer kazanmaya başlamıştır.
Konuyu kendi uzmanlığı olan aile tiplerine de bağlayan Fransız bilim insanı, Ukrayna’daki aile yapısının Rusya’ya kıyasla daha çekirdek aile temelli ve bireyci olduğunu, Rusya’da ise daha kolektivist ve cemaatsel (communautaire) aile yapısının olduğunu vurgulayarak, savaş öncesinde bu durumun Rusya için bir avantaj olarak görüldüğünü, ancak savaş sırasında yaşanan büyük nüfus hareketliliği sayesinde herşeyin değiştiğini/altüst olduğunu belirtmektedir. Savaşın çıkacağı konusunda Almanya ve Fransa’nın naif davrandığını da düşünen Todd, günümüzde NATO içerisinde ABD-Birleşik Krallık (İngiltere)-Polonya-Ukrayna hattının öne çıktığını vurgulamaktadır. Daha önce övdüğü Mearsheimer’ı ABD’nin gücü konusundaysa eleştiren Todd, Amerikalı düşünürler ve devlet adamlarının kendilerinin dahil olmadığı ve uzaklarında dövüşülen bu savaşın kendilerine bir zararı olmadığını ve ülkelerinin halen rakipsiz olduğunu düşündüklerini, oysa Rusya’nın Batı yaptırımları karşısında Rusların bile beklemediği kadar başarılı olmas sayesinde bugün Amerikan hegemonyasının tüm dünyada sorgulanır hale geldiğini iddia etmektedir. Biden yönetimini eleştiren Fransız düşünüre göre, bu savaş, artık Amerikan küresel liderliği için bir varoluş mücadelesine dönüşmüştür ve bu nedenle de kısa vadede sona ermesi beklenmemelidir.
Röportajında, son dönemde demokratik meşruiyet açısından tartışmalı bir isim haline gelen Vladimir Putin’in Rusya için önemine de işaret eden Todd, 1990’larda çöküşü yaşayan Rusya’da, 2000’li yıllarla birlikte normale dönüldüğünü ve bu bağlamda intihar oranları, cinayet oranları ve çocuk ölüm oranları (ABD ortalamasının bile altına inmiştir) gibi istatistiklerin iyiye gittiğini vurgulamaktadır. Bu nedenle, Putin’in Ruslar için istikrar ve iyiye gidişi temsil ettiğini anlatan Fransız yazara göre, Rus halkı da bu savaşı bir işgalden çok Batı’ya (NATO) karşı verilen jeopolitik bir müdafaa olarak değerlendirmekte ve bu nedenle Putin’i desteklemektedir. Rusya tarafında savaşın başında yaşanılan hezimet nedeniyle bozulan morallerin zaman icerisinde ekonomik savaşta ayakta kalabilmeleri sayesinde düzeldiğinin de altını çizen Emmanuel Todd’un düşüncesine göre, Moskova’nın asıl mücadelesi zaten Ukraynalıları savaşta yenmekten daha çok, ABD ve Batı yaptırımlarına karşı dayanabilmek ve iç istikrarını koruyabilmekle alakalıdır.
Röportajda Rusya’nın demografik sorunlarına da dikkat çeken yazara göre, her kadın başına bir buçuk çocuk ortalaması olan ve bu nedenle “replacement level“ın (nüfusun kendini yenileme seviyesi) altında kalan Rusya’nın bu savaşı beş yıl içerisinde kazanması gerekmektedir ki, aksi takdirde zaten savaş kaybedilecektir. Bu noktada, yazar, Rusların, Ukraynalıların geri kazandığı kilometrekarelerden ziyade Avrupa ekonomilerinin durumuyla ilgilendiklerini ve onların çöküşünü beklediklerini de sözlerine eklemektedir. Bu nedenle, Avrupa ülkelerinin savaşta cephe ülkeleri olduklarını düşünen Todd, Rusya’nın savaşını “ekonomi savaşı” olarak da tanımlamaktadır. Rusya’nın defansif bir mücadele yürüttüğü noktasındaki itirazlara ise, Todd, haritadan bakıldığında ABD ve NATO’nun sürekli olarak yayıldığını ve Rusya’nın geriye çekildiğini iddia ederek yanıt vermektedir. Bu noktada, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 75’inin de Rusya’nın görüşlerine yakın olduğunu söyleyen yazar, daha sonra ise ABD-Rusya denklemine dair yorumlarda bulunmaktadır.
Yazar, daha önce İmparatorluktan Sonra: Amerikan Sisteminin Çöküşü (2002) adlı kitabında işlediği Amerikan düşüşü konusundaki görüşünün büyük ölçüde doğrulandığını ifade ederken, bu bağlamda Washington’ın Irak işgaliyle İran’ı bölgesel güç haline getirdiğini ve Afganistan’dan da 20 yıllık işgalin ardından kaçmak zorunda kaldığını anımsatmaktadır. ABD’nin Çin’le olan rekabetinde de sürekli mevzi kaybettiğini vurgulayan Todd’a göre, buna rağmen Washington’ın Avrupa ve Japonya’daki hegemonyası devam etmektedir. Zira Almanya ve Japonya gibi ülkeler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir nevi Amerikan himayesinde kurulan devletlerdir. Bu noktada, Amerikan hegemonyasına en kolay teslim olacak ülkelerin Birleşik Krallık (İngiltere) ve Avustralya olacağını da sözlerine ekleyen Fransız uzmana göre, Avrupa ülkeleri, Anglo-Sakson ülkelere kıyasla kendilerini biraz daha bağımsız olarak koruyabilecek durumdadırlar. Yazar, bu konuda son olarak Amerikan hegemonyasının artan teknolojik imkânlar sayesinde üniversiteler arası ilişkiler, kültürel ilişkiler, basın-yayın kuruluşları ve ekonomik ilişkiler bağlamında da kurumsallaşmış olduğunu ima etmektedir.
Emmanuel Todd, röportajın sonlarına doğru Avrupa ekonomileri ile kıyaslandığında çok küçük kalan Rusya’nın nasıl hâlâ ayakta kalabildiğine dair sorulan soruya ise, Batılı ekonomistlerin gayrisafi milli hasılaya (produit intérieur brut-PIB) dayalı ekonomik analizlerinin reel ekonominin gücünü yansıtmadığını söyleyerek yanıt vermektedir. Bir ülkenin gerçek ekonomik gücünün üretim kapasitesi olduğunun altını çizen Todd’a göre, bu durum özellikle savaş hallerinde ortaya çıkmaktadır. Rusya ekonomisinin ve işgücünün adaptasyon anlamında çok başarılı olduğunu da kaydeden Fransız bilim insanına göre, ABD’de mühendislik okuyan öğrencilerin oranı yüzde 7 iken, bu oran Rusya’da yüzde 25 düzeyindedir. Bu da, Rusya’nın üretim kapasitesinin artması bağlamında Moskova adına gelecek için umut verici bir durumdur. ABD’nin bu açığı Hindistan ve Çin kaynaklı beyin göçü ile kapatmaya çalıştığını da söyleyen yazar, devletin ön planda olduğu Rusya piyasacılığında ekonomik adaptasyon açısından daha pozitif sonuçlar alınabileceğini ifade etmektedir.
Rusya’nın kültürel mücadelede de daha başarılı olduğunu iddia eden Emmanuel Todd’a göre, ulusu büyük bir aile olarak gören Rus aile sisteminde ataerkil (patrilinéaire) özelliklerin ağır basması Rusya’yı Batı karşısında daha güçlü kılmaktadır. Rusya’nın Batı kaynaklı feminizm ve LGBT hareketleri gibi akımlara karşı mesafeli durduğunu hatırlatan yazara göre, dünya geneline bakıldığında da bu yaklaşımın daha yaygın olduğunu ve dünya halklarının yüzde 75’inin ataerkil düzene yatkın olduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda, her ne kadar Sovyetler Birliği’nin bazı komünizme yatkın ülkeler ve işçi sınıfları üzerindeki etkisi büyük olsa da, yeni Rusya’nın muhafazakâr-ataerkil çizgisinin özellikle Müslüman dünyada daha olumlu karşılandığını ifade eden Todd’a göre, örnek vermek gerekirse Putin Rusya’sının Suudi Arabistan açısından çok daha olumlu algılanacağını söylemektedir. Yazar, bu kapsamda Kuzey ve Güney Amerika, Okyanusya ve Avrupa dışında çoğu bölgeyi Batı’dan ziyade Rusya ve ataerkilliğe yakın olarak değerlendirmektedir. Yazar, son olarak, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oylamalarında ülke sayılarından ziyade nüfusa bakıldığında Rusya’nın o kadar da izole edilmediğinin de anlaşılacağını ima etmektedir.
Bu önemli röportajın bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; Emmanuel Todd’un aile yapısına göre şekillenen ve ataerkilliği tarihsel süreçte toplumların pozitif gelişim eğrisinin en önemli kriterlerinden biri olarak gören kendine özgü yaklaşımının bir sonucu olarak, Putin’li Rusya’nın hareketlerini doğal karşıladığı ve hatta içten içe desteklediği görülmektedir. Bu, kendi içerisinde tutarlı bir yaklaşım olsa da, genel bir ilke kabul edilmelidir ki, günümüzün karmaşık ulusal ve uluslararası dengelerinde hiçbir tekil değer veya parametre ülkelerin gelişimini belirlemede başlı başına etkili olamaz. İnsanoğlunun modern dünyada kurduğu hayat çok karmaşık ve sofistikedir. Bu nedenle, aile yapısı, her ne kadar tarihsel süreçte gerçekten bir anlam ifade etse de, günümüzde yüzlerce farklı parametreden yalnızca bir tanesidir. Dahası, Rusya’nın askeri ve ekonomik açıdan Ukrayna Savaşı’nı sanıldığı kadar iyi geçirmediği ve halkta ciddi bir moral bozukluğu olduğu bu ülkeyi bilen kişilerin son günlerde sıklıkla vurguladıkları bir durumdur. Ancak yazara şu noktada hak vermek gerekir; Rusya, alelade bir orta büyüklükte güç muamelesi yapılacak ve çekinceleri ciddiye alınmayacak bir devlet değildir. Bir süpergüç ardılı ve halen çok etkili bir devlettir. Bu nedenle, Rusya-Ukrayna Savaşı için ideal çözüm, tarafların mutlak galibiyet-mağlubiyet durumuna varılmadan meseleyi diplomatik şekilde çözmeleridir. Rusya’nın bu süreçte neredeyse tüm uluslararası bilimsel, sportif ve kültürel etkinliklerden izole edilmesi de, bu ülke halkı adına son derece olumsuz bir gelişmedir ve etkileri zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Yine de, düşünce özgürlüğü olan ülkelerin bir nimeti olarak, Todd, bu düşünceleri Batı kamuoyunda özgürce ifade edebilmektedir. Oysa Rusya’da muhalif fikirleri dillendirmek de bu kadar kolay değildir ki, bu da hataların anlaşılması adına çeşitli zorluklar yaratabilir. Ek olarak, yazarın Üçüncü Dünya Savaşı ifadesi de kanımca oldukça abartılıdır. Zira hem henüz Çin’le girişilen bir savaş yoktur, hem de dünyanın geri kalanında çatışmaların azaldığı bir dönemden geçilmektedir. Çin konusunda gidişat son dönemde ABD’nin tercihleri nedeniyle adeta yeni bir Soğuk Savaş havası yakalasa da, bu konuda Batı dünyasında alınmış nihai bir karar da yoktur. Son olarak, yazarın ABD’nin gücünü de çok küçümsediğini düşünüyorum ki, sorunlarına rağmen, ABD, siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel liderliğini küresel alanda korumakta ve hatta bazı açılardan geliştirmektedir. ABD’yi bu konularda gelecekte en çok zorlayacak ülke de muhtemelen Rusya değil, Çin olacaktır.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ