Şam’ın doğusunda bulunan ve Esad karşıtlarının yoğun olarak yaşadığı Guta Mahallesi’ne yönelik 21 Ağustos tarihinde gerçekleştirilen ve kimin yaptığı tam olarak anlaşılamayan kimyasal saldırı sonrası dünya kamuoyuna yansıyan tüyler ürpertici görüntüler, 2011 yılı başlarından beri rejim taraftarları ve muhalifler arasında kanlı bir içsavaşın yaşandığı Suriye’ye yönelik bir askeri müdahaleyi dünya kamuoyunda yeniden konuşulur hale getirdi. Türkiye kamuoyunu oluşturan kesimlerin daha çok dış (Batı bloğu yanlısı ya da Batı karşıtı) ve iç politik (AK Parti yanlısı ya da muhalifi) konumlandırmalarına göre ezberden konuştukları Suriye konusunda, bir dış müdahalenin konuşulduğu şu günlerde tarafsız bir değerlendirme yapmak ve Türkiye kamuoyunu doğru bilgilendirmek şart oldu. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım.
Konuyu futbol takımı tutar gibi analiz edenlerden farklı olarak Suriye’deki olayların gelişimiyle ilgili bazı temel tespitlerle başlayalım.
- Arap Baharı’nın 2011 yılında Suriye’ye sıçramasıyla başlayan olaylar, başlangıçta büyük ölçüde iç dinamiklere dayanıyordu ve tek partili otoriter bir rejime tepki olarak haklı temelde gelişen muhalefet hareketleriydi.
- Esad yönetiminin bu muhalif hareketleri doğru bir yöntemle yatıştırmak yerine, AK Parti hükümetinin Gezi Parkı protestolarına karşı uyguladığı yanlış yöntemin kat ve kat fazlasını yaparak korku içerisinde halkına yönelik aşırı güç kullanmaya başlaması, Suriye’de olayları bir içsavaş durumuna getirdi. Bu noktada Esad yönetimi dış desteğini ve saygınlığını kaybederken, dünya kamuoyunda muhalefete yönelik büyük sempati ve destek oluştu.
- Bu ortamda Türkiye’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ısrarlarıyla Suriye’ye yönelik bir uluslararası askeri müdahale dünya kamuoyunda konuşulmaya başlandı. Ancak Libya’dan sonra Suriye’yi de Batı’ya kaptırmak istemeyen Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti, bu yöndeki talepleri Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden 2’si olarak daha ilk günden reddettiler ve meşru bir uluslararası müdahaleyi baştan engellediler.
- Uluslararası meşru bir müdahaleye kapıların kapanmasının ardından Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye, artan katliamlar sonrasında muhaliflere silah ve lojistik destek sağlayarak içsavaş yoluyla rejimi değiştirmek yönünde bir strateji benimsediler. Bu strateji Amerika Birleşik Devletleri ve Batı kamuoyundan da destek aldı. Ancak bu destekle beraber olay kısa sürede içsavaşı finans ve koordine etme boyutuna ulaştı. Farklı ülkelerden gelen eli silahlı radikal İslamcı unsurlar Suriye rejimini devirmesi için bu ülkeye sokuldu.
- Suriye’de içsavaşı kazanması için yapay olarak oluşturulan muhalefetin parçalı yapısı ve radikal İslamcı unsurlardan oluşması, kısa sürede bu plana yönelik Batı kamuoylarındaki desteği azalttı. Bu yapılan stratejik hata sonucunda, Esad yönetimi dünya kamuoyunda Batı emperyalizmine karşı radikal İslamcı unsurlarla savaşan bir milli lider olarak algılanmaya başladı ve kaybettiği desteği yeniden kazandı.
- Esad yönetimi algı yönetimi konusunda kazandığı bu zafere rağmen sahada cihatçı uluslararası unsurların savaşa girmesiyle ülkenin yarısından fazlasında kontrolü kaybetti. Ancak Esad, kendisini devirmek isteyen en önemli güç olan Türkiye’ye karşı bir kontra-atak yaptı ve Suriye’de birçoğunun vatandaşlık hakkı dahi bulunmayan Kürtlerin örgütü PYD’ye (PKK’nın Suriye kolu) bazı sözler (muhtemelen özerklik) vererek Kuzey bölgelerinde kontrolü onlara devretti.
- Esad’ın bu kendisi açısından akıllı hamlesi sonrasında Kuzey Irak’ın ardından Kuzey Suriye’de de bir Kürt entitesi ile karşılaşmak riskiyle yüzyüze gelen Türkiye kamuoyunda AK Parti ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yürüttüğü dış politikaya yönelik huzursuzluklar ve eleştiriler artmaya başladı.
- Türkiye kamuoyunda yükselen eleştirilere rağmen Davutoğlu televizyonlardan Şam yönetimine meydan okudu ve Esad’ın “haftalarının sayılı” olduğunu iddia etti, zira uluslararası militanlar Suriye’de ilerlemeye devam ediyorlardı. Davutoğlu bu konuyu aynı zamanda yabancı basında “Yeni Osmanlıcı” adı verilen ve iddialı hedefleri olan dış politikasının da önemli bir test alanı olarak görüyordu.
- Savaşı kaybedeceğini anlayan Esad, güçlerini belli bölgelerde yoğunlaştırma stratejisini benimsedi ve nükleer programı nedeniyle İsrail ve Batı dünyasının tehditlerine maruz kalan İran İslam Cumhuriyeti ve onunla beraber hareket eden Lübnan merkezli Hizbullah’ın desteğini kazandı.
- Suriye’nin ardından sıranın kendisine gelmesinden endişe eden İran’dan gelen milisler ve Hizbullah üyelerinin savaşa girmesiyle savaş dengesi değişti ve Esad güçleri yeniden kaybettiği yerlerde kontrolü sağlamaya başladılar. Türkiye’nin dış politikadaki Yeni Osmanlıcılık iddiaları bu süreçte test edildi ve sonuç alınamamasıyla birlikte kesin olarak başarısız oldu.
- Bu durum Türkiye’nin daha doğrusu AK Parti hükümetinin uluslararası itibarını yerle bir etti. Türk hükümeti uluslararası bir müdahale için diplomatik çabalara ağırlık verdi ancak bir sonuç alamadı. Türk hükümetinin dış politikada yaşadığı bu istikrarsızlık; sınırda patlayan bombalar, düşürülen uçaklar, mülteci kampları için harcanan paralar ve bu kamplarda yaşanan bazı olaylar sonucunda iç politikaya da yansımaya başladı.
- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi, “düzen kurucu” bir “bölgesel güç” olduklarını iddia etmelerine karşın kendi başlarına çözemedikleri Suriye krizi konusunda son Washington gezisinde yakın müttefik olarak gördükleri Amerika Birleşik Devletleri’ni harekete geçirmek için büyük çaba gösterdi. Ancak ülkesinde iç politikada yeterince başı ağrıyan Obama, tüm destek verici sözlerine karşın bu konuda çok istekli gözükmedi ve somut bir adım atmadı. ABD Başkanı daha önce açıkladığı “Suriye’de kimyasal silah kullanılmasının kırmızı çizgileri olduğu” yönündeki söylemini sürdürdü.
- 21 Ağustos’ta kimin yaptığı anlaşılamayan kimyasal saldırı sonrasında yansıyan görüntüler Mısır darbesine odaklanmış dünya kamuoyunda gözleri yeniden Suriye’ye çevirdi ve Esad yönetimine yönelik tepkileri arttırdı. Ayrıca 2011’den beri süren içsavaşta ölenlerin sayısının 100.000’i bulduğu açıklandı. Esad yönetimi saldırıyı kendilerinin yapmadığını açıkladı.
- Büyük tepki çeken Guta saldırısı sonrasında ABD, Türkiye, İngiltere ve Fransa yetkilileri, Birleşmiş Milletler kararı olmadan da Suriye’ye bir müdahale yapılabileceği yönünde açıklamalar yaptılar. Ancak Birleşmiş Milletler heyetinin henüz bir sonuca ulaşmaması ve saldırıyı kimin yaptığının anlaşılmaması nedeniyle bu ülkelere yönelik kamuoyu desteği sınırlı kaldı. İngiltere’de Başbakan David Cameron, müdahale için gereken yetki yasasını İngiliz Parlamentosu’ndan geçiremedi. Fransa’da ise sosyalist Cumhurbaşkanı François Hollande, sol bir liderden beklenmeyecek ölçüde Amerikan yanlısı çizgide politika izleyerek operasyona koşulsuz destek vereceklerini belirtti.
- Gelinen nokta itibariyle Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’nın başını çekeceği ve geçmişte Bill Clinton döneminde yapılan Kosova müdahalesine benzeyen sınırlı bir askeri müdahalenin birkaç gün içerisinde yapılacağı düşüncesi dünya kamuoyuna hâkim oldu. Amerikan Başkanı Obama henüz kararını vermediğini ancak sivillere yönelik öldürücü sarin gazı kullanılarak yapılan saldırılara karşı kayıtsız kalamayacaklarını açıkladı. Amerikan kaynakları müdahalenin sınırlı olacağını ve tek amacının Suriye rejimini kimyasal silah kullanmaktan caydırmak olduğunu ısrarla vurguladılar. Ancak Amerikan kamuoyunda muhalefette El Nusra gibi El Kaide uzantısı unsurların bulunması büyük şüphe ve tepkiler yaratmaya devam etti.[1] Her zaman müdahaleci olmakla suçlanan Cumhuriyetçi Parti’nin Başkan aday adaylarından Newt Gingrich bile Suriye’ye müdahaleye açıkça karşı çıktı.[2] Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Esad yönetimin savaşı kazanırken kimyasal silah kullanmasının mantıksız olduğu ve Nobel Barış Ödülü sahibi Obama’nın sınırlı da olsa bu müdahalede ölebilecek insanlar için de endişelenmesi gerektiğini açıklaması, Rusya’nın müdahaleye yönelik olumsuz tavrını bir kez daha gösterdi.
Birleşmiş Milletler Suriye Soruşturma Komisyonu üyesi Carla Del Ponte’nin Suriye içsavaşında kimyasal saldırıların muhalefet tarafından yapıldığını ve Suriye yönetiminin kimyasal saldırı yaptığına dair hiçbir kanıtları olmadığını belirten açıklaması
Gelinen nokta itibariyle Suriye krizinde dünya lideri olduğunu belirten Amerika Birleşik Devletleri’nin kayıtsız kalması, elbette bu ülkenin “lider” imajına zarar verecek bir noktaya gelmiştir. Ancak Obama yönetiminin BM heyetinin kimyasal saldırıyı Suriye rejiminin yaptığına dair kesin bir kanıt sunmadan bu işe girişmesi, operasyonun meşruiyetine ve ABD imajına bu meseleye kayıtsız kalınmasından daha da büyük bir zarar verebilir. Bu nedenle her ne olursa olsun öncelikle saldırının kim tarafından yapıldığı ortaya çıkarılmalıdır. Saldırının Suriye yönetimi tarafından yaptığı ortaya çıkarsa, operasyona yönelik dünya kamuoyundaki destek artacaktır. Ancak bu noktada operasyonun amaçları da çok iyi belirlenmelidir. Suriye’de devam eden içsavaşa diplomatik yolla çözüm bulmanın kolay olmadığı ortadadır. Bunun çeşitli ve güçlü sebepleri vardır. Örneğin, sanılanın aksine Suriye’deki mevcut durum enerji fiyatlarının yükselmesiyle gelirleri artan Rusya’nın işine gelmektedir. Rusya, Suriye konusunda son tahlilde Tartus Üssü’nü koruyabileceği bir bölünme senaryosuna razı olabilecektir. Ancak mevcut durum; hem enerji fiyatları, hem de Suriye rejimine yeni silah satışları anlamında Rusya’nın işine gelmektedir ve bu durumun sürmesi için çaba göstereceklerdir. İran için de Suriye krizinin uzaması faydalıdır. Zira bu şekilde Suriye, İran için bir “ön cephe” vazifesi görmekte ve Batı kamuoyunda nükleer programının yarattığı tepkileri gölgelemektedir. Amerika Birleşik Devletleri için de Suriye krizinin uzaması, başta Körfez ülkeleri olmak üzere müttefiklerine yeni silah satışlarının yolunu açan olumlu bir gelişme olarak okunabilir. Ancak olayın Suriye rejiminin mutlak bir zaferine dönüşmesi, elbette Amerika’nın yenilgi aldığı görüntüsünü yaratarak bu ülkeye zarar verebilir. Bu nedenle içsavaşın uzaması ABD açısından da o kadar olumsuz bir gelişme değildir. İsrail açısından bakılınca da, kendisine karşıt iki farklı gücün yani İran yanlısı anti-emperyalist Esad yönetimi ya da radikal İslamcı el Nusra’nın birbirlerini öldürmeye devam etmesi aslına bakılırsa oldukça olumlu bir gelişmedir. Görülebileceği üzere Suriye konusunda büyük aktörlerin hiçbiri aslında barışı o kadar da istememektedir. Zaten bu nedenle Suriye içsavaşının Lübnan içsavaşına (1975-1990) benzer şekilde uzun yıllar sürebileceği fikri akıllara gelmektedir. Son tahlilde Suriye içsavaşının kolay kolay bir kazananı olmayacağı ortadadır. Bu nedenle ABD’nin yapması muhtemel operasyonun hedefi de daha çok kimyasal silah olduğundan şüphelenen tesislerin vurulması ve kamuoyundaki gazın alınmasına yönelik olacaktır. Bu anlamda operasyonun sonuç getirmesi zor gözükmektedir. Ancak ve ancak rejim güçleri ya da muhaliflerde, -her kimde olursa olsun- kimyasal silahların güvenli bir şekilde yok edilmesi ya da ülke dışarısına çıkarılması durumunda operasyon başarılı olacak ve insanlık adına olumlu bir gelişme kabul edilebilecektir.
Böyle bir ortamda elbette en büyük zarar gören ülke Suriye krizinin yarattığı istikrarsızlıkları ve güvenlik risklerini yaşamak zorunda kalacak olan Türkiye’dir. Bu da Türk dış politikasında yapılmış tarihi bir yanlışlığa işaret etmekte ve dış politikada maceracı yollara girmeden çok daha kapsamlı analiz ve planlar yapmak gerektiğini ortaya çıkarmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci
[1] Robert Fisk, “Does Obama know he’s fighting on Al-Qa’ida’s side?”, The Independent, Erişim Tarihi: 31.08.2013, Erişim Adresi: http://www.independent.co.uk/voices/comment/does-obama-know-hes-fighting-on-alqaidas-side-8786680.html.
[2] “Gingrich: Stay our of Syria’s civil war”, CNN, Erişim Tarihi: 31.08.2013, Erişim Adresi: http://edition.cnn.com/2013/08/27/opinion/gingrich-syria-stay-out.