DENEYİMLİ DİPLOMAT VE LONDRA BÜYÜKELÇİMİZ SAYIN AHMET ÜNAL ÇEVİKÖZ’LE MÜLAKAT

upa-admin 22 Ağustos 2012 4.987 Okunma 0
DENEYİMLİ DİPLOMAT VE LONDRA BÜYÜKELÇİMİZ SAYIN AHMET ÜNAL ÇEVİKÖZ’LE MÜLAKAT

UPA: Sayın Büyükelçim, öncelikle mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için Uluslararası Politika Akademisi (UPA) ve onun değerli takipçileri adına teşekkür ederiz. Sayın Büyükelçim, mülakatımızı son dönemin en sıcak gündem maddelerinden olan “Arap Baharı” süreci ile başlatmak istiyoruz. Hepimizin yakından takip ettiği üzere Arap Baharı hareketleri, yaşandığı ülkelerde yeni yönetimlerin iş başına gelmeleri ve sürmekte olan Suriye olayları ile uluslararası gündemi belirlemeye devam ediyor. Peki İngiltere kamuoyu vuku bulan bu süreci nasıl değerlendiriyor? İngiltere’de olayların meydana geldiği ülkelerin siyasi gelecekleri bundan sonrası için nasıl tasavvur ediliyor? Sizin konu ile ilgili değerli düşünceleriniz nelerdir?

Ahmet Ünal Çeviköz: Öncelikle benimle bir mülakat yapma talebiniz için çok teşekkür ederim. Uluslararası politikayı yakından izlediğinizi görüyorum. Ülkemizde genç nesillerin dünya üzerindeki olayları ilgiyle takip etmeleri beni sevindiriyor. Ben de sorularınızı olabildiğince ayrıntılı olarak yanıtlamak isterim.

Herşeyden önce, İngiltere ile Türkiye arasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da meydana gelen halk hareketleri (buna Arap Baharı yerine Arap Uyanışı adını vermeyi tercih ediyorum) hakkında büyük bir görüş farklılığı bulunmadığını belirtmek isterim. Bizim temel yaklaşımımız şudur: Dünya üzerinde son on yıllarda demokrasi, halkların egemenliği ve çoğulcu toplum yapısı kavramları giderek yaygın şekilde benimsenmektedir. Bu değerleri hayata geçirmeye yönelik  gelişmeler 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde, 1990’lı yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanmıştır. Dolayısıyla, otoriter, hatta totaliter yönetimlere karşı halkların daha fazla demokrasi, eşitlik, hak, adalet ve adil gelir paylaşımı talepleriyle karşı durmaya başlamaları yirminci yüzyılın sonlarında artmıştır. Bu dalganın ister istemez, kırk yılı aşkın bir süredir demokratik olmayan, hak ve adaleti gözetmeyen rejimlerin yönetiminde olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ülkelere de yayılması kaçınılmazdı. Bu sürecin nihayet bu bölgeye de gelmesi bir bakıma tarihin normalleşmesi, yani olması gerekenin olmaya başlaması şeklinde yorumlanabilir.

Bu açıdan bakıldığında İngiltere de bizim yaklaşımımıza yakın bir anlayış içindedir. Bununla beraber, İngiltere’nin başta Tunus’ta görülüp sonra giderek bölgede yayılan halk hareketleri karşısında hazırlıklı yakalandığı söylenemez. Libya konusunda, biraz da Fransa’nın, ya da eski Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’nin ön almasıyla, askeri müdahaleye kadar varan bir politika izlediği görülmüştü. Mısır, Bahreyn gibi örneklerde nispeten ihtiyatlı davranmıştır. Suriye’de ise oldukça sessiz görülmektedir.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika, geleneksel olarak İngiltere’nin eski sömürge ilişkileri nedeniyle yakından tanıdığı ve önemsediği bölgelerdir. Buradaki halk hareketlerinin kontrolden çıkıp radikal unsurların denetimi altına girmesinin Batı ile Doğu arasında bir kutuplaşmaya varabileceği ihtimali İngiltere’yi olabildiğince ihtiyatlı davranmaya sevketmektedir. İngiltere’den bakıldığında, Libya’nın geleceği ve içinde bulunduğu geçiş dönemi hakkında ufukta net bir görüntü algılanamamaktadır. Suriye’nin ise Libya’dan çok daha zor bir mesele olduğu kanaati mevcuttur. İngiltere, önceliği demokratikleşme ve serbest seçimlere vermekte, halkın özgür iradesi ile seçilerek kurulmuş yeni hükümetler ile eşitler arası bir ilişki içine girmeyi planlamaktadır. Seçimle işbaşına gelen hükümetlerle ilişkilerin kurulması ve sürdürülmesi arzusu İngiltere’nin politikasıdır. Ancak bu seçimlerin radikal unsurları yönetime getirmesi halinde, ki İngiltere’de böyle bir endişenin olmadığı söylenemez, İngiltere demokratik değerleri savunmaya ve bunların anılan ülkelerde de saygı gösterilerek uygulanmasını beklediğini anlatmaya devam edecektir.

 

UPA: Sayın Büyükelçim Türkiye-İngiltere ilişkilerinin ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal boyutlarının genel durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik sürecinde yıllardan beri süre gelen somut İngiltere desteğini gözlemliyoruz. Siz İngiltere’nin bu süreçte Türkiye’ye vermiş olduğu desteği ne gibi sebeplere bağlıyorsunuz?

Ahmet Ünal Çeviköz: Türkiye ile İngiltere arasındaki ikili ilişkiler son yıllarda her alanda hızla ilerlemektedir. Özellikle 2010 yılının Mayıs ayında yapılan seçimler ertesinde kurulan yeni hükümet (bildiğiniz gibi bu hükümet Muhafazakar Parti ile Liberal Demokrat Parti arasında kurulmuş bir koalisyon hükümetidir) ile birlikte karşılıklı üst düzey ziyaretler çok yoğun şekilde sıklaşmıştır. 2010 yılının Temmuz ayında İngiltere Başbakanı David Cameron Türkiye’yi ziyaret etmiş, aynı yılın Kasım ayında Sayın Cumhurbaşkanımız İngiltere’yi ziyaret etmiş ve Chatham House tarafından verilen ödülü Kraliçe II. Elizabeth’ten almış, bilahare 2011 yılının Mart ayında Sayın Başbakanımız İngiltere’yi ziyaret etmiştir. İki ülke Başbakanları arasında 2010 yılının Temmuz ayında Ankara’da imzalanan Stratejik Ortaklık Belgesi ilişkilerin her alanda gelişmesini öngörmektedir.

2011 yılının Kasım ayında, bu defa Sayın Cumhurbaşkanımız İngiltere’ye Kraliçe’nin resmi davetlisi olarak bir Devlet Ziyareti’nde bulunmuştur. Sayın Cumhurbaşkanımızın bu ziyareti, Cumhuriyet tarihimizde bu düzeyde İngiltere’ye ikinci, tarih boyunca Türk-İngiliz ilişkileri çerçevesinde ise üçüncü ziyaretimizdir. 2012 yılının Temmuz ayında da, bildiğiniz gibi, Sayın Başbakanımız XXX. Olimpiyat Oyunları’nın açılışı vesilesiyle Londra’yı ziyaret etmiştir. Bu sık ve karşılıklı üst düzey ziyaretler, ortak siyasi iradenin karşılıklı olarak ikili ilişkilerin geliştirilmesine verdiği önemin işaretidir.

Ekonomik alanda ise, Türkiye ile İngiltere arasında son yıllarda giderek artan ticaret hacmi dikkati çekmektedir. 2008 yılında 12 milyar dolar olan ticaret hacmimiz, 2009 yılında 9,5 milyar dolara gerilemişse de, 2010’dan itibaren yeniden yükselen bir ivme yakalamıştır. 2011 yılını 14 milyar dolarlık bir ticaret hacmi ile kapattık. Bu ikili olarak ulaştığımız en yüksek rakamdır. Hedefimiz, 2015 yılında 20 milyar doları yakalamaktır. Bir noktayı belirtmeden geçemeyeceğim; AB ülkelerinin birçoğu ile ticaret hacmimiz aleyhimizedir, ancak İngiltere ile olan ticaret hacmimizde durum bizim lehimizedir. Yani, diğer AB ülkelerine karşı ticaret açığı verirken, İngiltere’ye karşı ticaret fazlamız mevcuttur. İngiltere’nin önde gelen büyük şirketleri Türkiye’ye artan şekilde yatırım yapmakta ve ülkemiz piyasasına girmektedirler. BP, HSBC, Vodafon, Tesco ve daha birçok kuruluş Türkiye’de faaldirler. Ülkemize gelen İngiliz yatırımları 4,3 milyar doları geçmiştir. Türkiye’den de son zamanlarda İngiltere’ye ilgi başlamıştır. Bazı firmalarımız İngiltere’de şube açmaktadırlar.

Sosyal ve kültürel açıdan bakıldığında da tablo memnuniyet vericidir. Türkiye’ye gelen yabancı turistler sıralamasında İngiltere yıllık 2,8 milyonluk turist sayısıyla üçüncü sırada yer almaktadır. Türkiye’nin sunduğu, tarihi, arkeolojik, antropolojik, kültürel zenginlikler İngilizlerin ilgisini çekmekte ve ülkemizi turizm açısından da bir cazibe merkezi haline getirmektedir.

İngiltere çok etnili ve çok kültürlü bir toplum dokusuyla yoğurulduğu için, kıta Avrupasındaki diğer AB üyesi ülkelere nazaran daha eşitlikçidir, din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeyen, demokratik bir toplumsal yapıya sahiptir. Bu yapısı itibariyle, AB içinde de çok kültürlülüğe saygı duymaktadır. Türkiye’nin AB üyesi olmasına bu bakımdan olumlu yaklaşmaktadır. Öte yandan, son yıllarda ülkemizin yükselen ekonomik ve ticari başarısı, bölgesinde lider ülke konumuna gelmesi, İngiltere’nin Türkiye’yi önemli bir stratejik ortak olarak algılamasına yol açmakta, bu vasfıyla AB içinde yeralması gerektiği inancını da güçlendirmektedir.

UPA: Sayın Büyükelçim mülakatımızı son dönemde Türkiye’de çeşitli köşe yazılarında dile getirilen bir iddia ile devam ettirmek istiyoruz. İngiltere’nin Avrupa’da bir virüs gibi yayılan krizin nedenleri olarak; “AB’nin ekonomiyi ve piyasayı kurallara bağlaması ile EURO’nun zamansız tedavüle girmesi” konularını gördüğü iddia edilip, mali birlik için yeni kuralların konulmasına mesafeli olduğu değerlendirmeleri yapılıyor. Bu tablo karşısında İngiltere’nin AB’den ayrılabileceği iddiaları yüksek sesle dile getiriliyor. Bu iddiaları desteklemek içinse Tony Blair hükümetinin Avrupa İşleri Bakanı İşçi Partili Denis MacShane’nin; “Britanya Hükümetlerinin hiçbirinde bu dönemdeki kadar açık AB’den ayrılma ihtimalinin ele alınmadığı” söylemine yer veriliyor. İngiliz kamuoyunda bu tartışmalar ne boyutta yer alıyor sayın Büyükelçim? İlerleyen günlerde adadan, dünya siyasetini sarsacak yeni gelişmeler duyabilir miyiz?

Ahmet Ünal Çeviköz: Sanırım konuya şöyle yaklaşsak daha anlaşılır olacak. Bugün AB’nin içinden geçmekte olduğu kriz yapısal niteliklidir ve aşılması kısa vadede gerçekleşemeyecektir. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Herşeyden önce, parasal birlik sağlandığı halde, mali birlik henüz gerçekleştirilememiştir. Avrupa Merkez Bankası tüm üye ülkelerin mali politikaları üzerinde denetim ve gözetim yetkisine sahip değildir. Şimdi, düşününüz, aynı parayı kullanıyorsunuz ama farklı mali politikalarınız var. Bu konu bir ülke ölçeğinde sorun yaratmaz, zira ülkenin kurumları birbirini bütünleyici kararlar alır, politikalar izlerler. Nitekim, ABD’nin AB’ye nazaran mali krizi nispeten daha çabuk atlatmaya başlamasının da nedeni budur. Tek para ve mali politika izlemesi. Oysa, AB’de durum böyle değil. O nedenle de, daha sıkı mali denetim, daha disiplinli bir mali yönetim arzu edilmekte. Yani, tek para politikası ile birlikte, tek mali politika ve bunun için de AB kurumlarının ulusal ülke kurumlarının üzerinde bir yetkiye sahip olması gerektiği ileri sürülüyor.

Şimdi, bunun İngiltere tarafından kabulünü beklemek çok zor. Zira İngiltere, AB’nin hükümetler üstü olmasını kabul edemiyor ve birçok alanda egemenlik devrini arzu etmiyor. Euro’ya geçişe de bu nedenle karşı çıkmıştı. Yeni hükümet, 2010 yılında kurulduktan kısa bir süre sonra bir karar alarak, AB’nin kabul ettiği yeni karar, yasa ve uygulamalar ulusal egemenliğin Brüksel’e devrini gerektirdiği takdirde, bunun İngiltere’de referanduma götürülmesini kararlaştırdı. Bu durum, İngiltere’nin AB’nin daha denetimci, merkeziyetçi politikalarına karşı duracağı şeklinde yorumlanabilir. Koalisyon ortakları arasında Muhafazakar Parti AB’ye karşı Liberal Demokrat Parti’ye oranla çok mesafeli durur. Bu Muhafazakar Parti’nin geleneksel politikasıdır. Muhalefetteki İşçi Partisi ise tam bir AB savunucusudur. Bu görüş farklılıkları son zamanlarda artmıştır. Muhafazakar Parti kanadında, yüz kadar parlamenterin İngiltere’nin AB’den ayrılması gerektiği düşüncesinde oldukları artık bir sır değildir. Doğal olarak, bu tartışmalar sizin bu soruyu yönlendirmenize temel oluşturuyor. Olabilir mi, İngiltere AB’den ayrılabilir mi, açıkçası bu sorunun yanıtını bugün verebilmek zor. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; önümüzdeki dönemde İngiltere ile AB arasındaki eşgüdümün ve bazı konularda ortak hareket edilmesinin giderek azalacağı hissediliyor. Ama şahsen bunun İngiltere’nin AB’den ayrılmasına kadar varacağını, en azından bu aşamada, beklemiyorum. AB de dağılmaz, belki Euro bölgesi biraz daha daralır, ama bu AB’nin sonu anlamına gelmez. Yeni bir AB tanımlanır, içinde farklı viteste ve farklı parametreler dahilinde gruplaşan üye ülkeler olur, ama AB’nin dağılması gibi bir tehlikeyi kimsenin göğüslemeye hazır olduğunu sanmıyorum. İngiltere’nin de, ticaretinin çoğunluğunu AB ile yaptığı hatırlandığında, AB’den kolay kopabileceğini düşünmüyorum.

 

UPA: Sayın Büyükelçim uzun yıllar boyunca Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi konusunda mesai yaptığınızı ve bu minvalde ortaya koyduğunuz yoğun çabalarınız ile kamuoyu gündemine geldiğinizi biliyoruz. Efendim mülakatımızı bu konu ile nihayete erdirmek istiyoruz. Normalleştirme süreçlerini müteakip Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorusunuz? İlişkilerin seyrinin daha yüksek bir çıtaya taşınabilmesi için karşılıklı olarak atılması gereken somut adımlar sizce nelerdir?

Ahmet Ünal Çeviköz: Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi çabalarında faal olarak rol aldım ve gerçekten bu konuya çok emek verdim. Henüz bu konuda sonuç alınabilmiş değil, ancak bu durum sürecin tamamen sona erdiği anlamına da gelmemektedir.

Biz, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini samimi olarak arzu ettik ve bu sonucu elde etmek için yola çıktık. Bununla beraber, Kafkasya’da topyekün barış, istikrar ve huzurun yerleşebilmesi sadece Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesine bağlı değildir. Kafkasya’da birbiriyle karşılıklı iletişim içinde olan birçok sorun bölgenin istikrar ve barışını engelleyen bir yumak oluşturmaktadır. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Yukarı Karabağ sorununun çözümü, Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarının işgalden arındırılması gereklidir. Bu sıkıntılara 2008 yılının Ağustos ayından beri Gürcistan’ın toprak bütünlüğü meselesi de eklenmiştir. Bu sonuncusu biraz daha karmaşıktır, onun için gelin biz Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan denklemi üzerinde duralım.

Normalleşme çabalarımızın başlıca iki hedefi vardı: bir yandan Türkiye ile Ermenistan arasında mevcut anlaşmazlıkların aşılmasına uğraşılırken, bir yandan da bu alanda kaydedilecek ilerleme ve gelişmelerin Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ihtilafın çözümü sürecine de olumlu yansımaları olmasını bekliyorduk. Bu iki konu birbirinden ayrı konular gibi algılansa da karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşim içinde olan konulardır. Ermenistan, sadece Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmekle önemli bir kazanım elde edemez. Diğer komşusu Azerbaycan ile de ilişkilerini normalleştirmelidir. Öte yandan, Türkiye de Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzelmesini gözetir; buna ilgisiz ve duyarsız kalamaz. Bu iki sürecin karşılıklı etkileşimi bölge dinamikleri açısından son derece önemlidir.

10 Ekim 2009’da Zürih’te imzalanan protokoller, Türkiye ile Ermenistan arasında 1921 Kars Anlaşması’ndan bu yana imzalanan yegane belgelerdir. Dolayısıyla tarihi önemleri büyüktür. Bu belgeler imzalandığına göre, yürürlüğe konmasının da hedeflenmiş olması gerekir. Yürürlüğe girmesi için ise, her iki ülkenin parlamentolarında protokollerin onaylanması gerekmektedir. Ermenistan, protokollerin lafzını ve ruhunu bozan bir şekilde yorumlayan, kendi anlayışına göre uygulamaya konmasını belli kısıtlamalara tabi tutan bir kararı Anayasa Mahkemesi’nden Ocak 2010’da geçirtince, Türkiye açısından protokollerin onay süreci ile ilgili bir tereddüt belirmiştir. Herşeye rağmen, Ermenistan protokollerin onaylanması sürecini kendi parlamentosunda gerçekleştirmiş olsaydı, Türkiye açısından durum belki farklı olabilirdi. Ama Ermenistan kendi parlamentosundaki onay sürecini de askıya almıştır. Bu durumda protokollerin hayata geçmesi için gereken koşullar maalesef oluşamamaktadır. Önümüzdeki dönemde Kafkasya’da topyekün barış ve huzurun önündeki engellerin ortadan kalkacağına ve sonuç bekleyen süreçlerin tamamlanacağına inanıyorum. Bölgede yaşayan tüm halkların buna ihtiyacı vardır. Bu adımların atılması, Kafkasya’da kalıcı barışın kazanılmasına da katkı sağlayacaktır.

UPA: Sayın Büyükelçimize değerli vakitlerini ayırdıkları için en derin teşekkürlerimizi sunarız.

 

Röportaj: Ahmet CEYLAN

22.08.2012

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.