27 MAYIS 1960’TAN 15 TEMMUZ 2016’YA

upa-admin 06 Ağustos 2016 4.212 Okunma 0
27 MAYIS 1960’TAN 15 TEMMUZ 2016’YA

1945 yılında, yani 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte “yeni dünya düzeni”nin temelleri atılmıştır. Dünya harbinin iki büyük ve güçlü bloğu ortaya çıkarmasıyla başlayan bu yeni dönemde, Türkiye, Sovyetler Birliği’nden gelecek komünizm tehlikesine karşı ABD’nin liderliğindeki Batı Bloğu’nda yerini alma yolunda büyük çaba göstermiştir. 1947 yılı içerisinde Sovyet yayılmacılığının önüne geçilebilmesi için Yunanistan ve Türkiye’ye yardımı öngören Truman Doktrini, arkasından dünya savaşından büyük yıkım içinde çıkan Avrupa’yı iktisadi olarak ayağa kaldırmayı amaçlayan Marshall Yardım planıyla Türkiye ekonomisi ve silahlı kuvvetleri yeniden yapılanma ve yenilenme dönemine girmiştir. 1952 yılında Türkiye’nin NATO üyesi olması ile birlikte de, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bir grup asker eğitim almak üzere ABD’ye gönderilmiştir.

Ezanın yeniden Arapça okunması, ordu içinde ilk cunta hareketini başlattı.

Demokrat Parti, 1950 senesinde tek başına iktidara gelmesinden sonra, ilk iş olarak ezanın yeniden Arapça olarak okunmasını sağlamıştır. Konunun meclis hükmünce hayata geçirilmesinden sonra, ordu içerisinden irtica tehdidi algısıyla ilk müdahale düşüncesi ortaya çıkmıştır. Genel olarak, ordu içerisindeki subay ve paşaların, CHP lideri İsmet Paşa’ya karşı Kurtuluş Savaşı komutanı olarak sempatisi ve itikatı devam etmiştir. Her ne kadar Türkiye 1946’da çok partili yaşama, yani demokratik bir siyasi sisteme fiilen geçmiş olsa da, fikren ordunun Türkiye Cumhuriyeti rejiminin yegane koruyucusu olduğu ve gerekli gördüğü takdirde müdahale hakkının saklı olduğu bilincindeydi.

Menderes ile Bayar’ın temel farkı.

Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a göre daha gözü kara ve sonucu ne olursa olsun düşüncesini icraata dökmeyi amaçlayan bir siyasetçiydi. Bayar ise, daha itidalli ve kontrollü iç ve dış politika takip etmeden yanaydı.  Çünkü Bayar, ordunun taşıdığı potansiyel tehlikeyi ve İnönü’ye olan bağlılığının farkındaydı. Dış politikada ise, ABD’nin tepkisini çekmekten çekiniyordu.

DP’nin Kıbrıs politikası sonun başlangıcıydı.

1950-1960 arası Türk siyasal hayatına, henüz aydınlatılamayan birçok karanlık noktasıyla damga vuran Demokrat Parti, bilhassa 1957 seçimleri sonrası Fatin Rüştü Zorlu’nun Dış İşleri Bakanı olmasıyla daha aktif dış ve iktisadi politika takip etmeye başladı. Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde izlemek zorunda olduğu politikanın adanın taksim edilmesi yönünde olduğunu Londra ve Zürih görüşmelerinde ifade eden Zorlu, özellikle ABD’nin ve özellikle İngiltere’nin büyük tepkisini çekmişti. Bunun yanında, Fatin Rüştü Zorlu, görevi süresince Türkiye’nin ekonomik sorunlarına da çare aramış ve 1959 yılında Türkiye’nin “Ortak Pazar”a girmesi yönünde çalışmalar başlamıştır.

Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’nin Sovyetler ile de iyi ilişkiler kurması gerektiğini düşünüyordu.

Türkiye’nin cesur dış politika hamlelerinde imzası bulunan Zorlu, Türk dış politikasının genel tanımları ve nasıl işletilmesi gerektiğini özetleyen önemli devlet adamlarından biriydi. Başbakan Adnan Menderes’in son ABD gezisinden gerekli 300 milyon dolarlık krediyi temin edememesi sonucu Türk ekonomisinin iyice darboğaza düşmesi ve Türkiye’nin dış politikada yalnızlaşması neticesinde, Fatin Rüştü Zorlu, yazılı bir ifade ile Başbakan Menderes’e, Türkiye’nin ABD temelli tek yönlü dış politika anlayışını terk etmesi gerektiğini, Rusya ile ilişkilerin iyileştirilmesi ve ekonomik anlaşmalara imza atılması gerekliliğini bildirmiştir.

Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşma stratejisi

Bu amaca yönelik olarak, Menderes, ABD’nin direkt tepkisini çekmemek üzere sağlık malzemeleri alma bahanesiyle Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar’ı Moskova’ya göndermiş, lakin esasında bu görüşmeler vasıtasıyla Sovyet Birliği ile Türkiye arasında çok yönlü ekonomik anlaşmaların zemini aranmıştır. Bu görüşmeler sonrasında, Kruşçev ile Adnan Menderes’in 2 Temmuz’da Moskova’da bir araya gelmesi kararlaştırılmış; Ankara da NATO müttefiki olarak ABD’ye yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için ziyareti CIA’e bildirmiştir.

27 Mayıs Askeri darbesine ABD sessiz kalarak yol vermiştir.

İşte Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı idama götüren süreci hızlandıran, bu yeni dış politika anlayışı olmuştur. ABD, 27 Mayıs’ın fiilen içinde olmasa da, darbeyi önlemek için bir şey yapmamış; hatta cuntacılara yol açmıştır. Dünyada hiçbir askeri darbe kalkışması ABD’den habersiz gerçekleşmez. Darbe gerçekleşirse arkasında durur, başarıya ulaşamazsa lanetlediğini ifade eder.

27 Mayıs ile 15 Temmuz’un benzerliği

Bir başka dikkat edilmesi gereken ve 27 Mayıs askeri darbesi ile 15 Temmuz darbe kalkışması arasındaki benzerlik, 27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerin NATO anlaşması dahilinde ABD’de eğitim gören subaylar olmasıyla, 15 Temmuz darbe teşebbüsünde bulunanların ABD’deki n”eo-con”lar yani aşırı muhafazakarlar ile yıllardır derin ilişkilere sahip olan FETÖ’nün devletin bürokrasisinin yanı sıra Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yerleştirdiği üst düzey komutan ve subaylar tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. O zaman da Rusya ile ilişkilerin boyutu değişiyordu, bugün de Rus uçağının düşürülmesi öncesi ve sonrası aynı süreci görmekteyiz. Üst akıl hep aynı; ne garip bir tesadüf değil mi?

Türkiye’nin karşısından bir tane Amerika olmadığının bilinmesi gerekiyor. Peki Türkiye, hangi Amerika ile muhatap?

Furkan KAYA

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.