ORTADOĞU JEOPOLİTİĞİNDE KARTLAR YENİDEN DAĞITILIYOR: SUUDİ ARABİSTAN (SÜNNİ) VE İRAN (Şİİ) EKSENİ

upa-admin 04 Mart 2018 2.402 Okunma 0
ORTADOĞU JEOPOLİTİĞİNDE KARTLAR YENİDEN DAĞITILIYOR: SUUDİ ARABİSTAN (SÜNNİ) VE İRAN (Şİİ) EKSENİ

Suudi Arabistan ile İran arasındaki bölgesel oyunda, şimdilerde kartların yeniden dağıtılacağı gözlemleniyor. Riyad ve Tahran’ın Ortadoğu jeopolitiğindeki üstünlük mücadelesi sadece Suriye ve Yemen ile sınırlı kalmamaktadır. Bu “Büyük Oyun”da, her iki taraf da Akdeniz Havzası, Kızıldeniz ve Hürmüz Boğazı, hatta Afrika Boynuzu’na kadar uzanan geniş bir coğrafyada uzun yıllardır rekabet içerisindedir. Bu iki gücün temerküzü aynı şekilde Ortadoğu ülkelerinin de ayrışmasına neden oluşturmuştur. Bir tarafta Sünni cephe, diğer tarafta ise Şii cephe olarak tezahür etmiştir. Suriye, Irak, Bahreyn, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerin kimi Sünni ekseni, kimi de Şia ekseni desteklemiştir. Riyad, sürekli olarak Tahran’ın rejim ihracı politikasına karşı “çevreleme” politikasına önem vererek İran’ı kontrol etmeye çalışmıştır. Keza, Irak’ta Baas rejimini ve Afganistan’da Taliban’ı destekleyerek de İran’ı çevrelemek istemiştir. Suudi Krallığı, İran-Irak Savaşı’nda Saddam gibi bir diktatörü desteklemiş, aynı şekilde Afganistan-SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) Savaşı’nda da mücahitçileri destekleyerek Taliban’ın kurulmasına bir nevi katkıda bulunmuştur.

Amerikan Başkanı George W. Bush’un “küresel terör” ile mücadele konsepti altında Bağdat ve Kabil rejimlerini devirmesi, Riyad’ın Tahran’a karşı mevcut kozlarının kaybolmasına neden oldu. Bunun üzerine, Suudiler, İran’ı etkisizleştirebilmek için bu defa Sünni militan gruplarla yeni bir strateji getirdi. Peki, bu yeni strateji neydi? Günümüzün tabiriyle dilimize pelesenk olmuş bir kavram: “vekâlet savaşları”… Suudi Arabistan’ın yeni politikası, Ortadoğu jeopolitiğinde Tahran’ın Şii hilali politikasını etkisizleştirecek hatta silik hale getirecek şekilde “devlet dışı” aktörlerle hareket etmek üzerine kuruldu. Aslında, bu yeni strateji, dünyada petrol fiyatlarının düşmesi ve ülke içerisindeki yolsuzluk-kayırmacılık dikkate alındığında, Riyad’a ekonomik olarak epey yüklü bir fatura çıkaracaktı, nitekim çıkardı da… Bence Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ın bir gecede tahta aday tüm prensleri toplaması sadece bir iç mesele olarak görülmemelidir. Çünkü uzun yıllar Suudi Arabistan’ın İran’ı etkisizleştirmek için cihatçı gruplara (El-Nusra, DAEŞ, Özgür Suriye Ordusu vb.) aktardığı nakdi destekler, Riyad’ın bütçesini sarstı. Bunun sonucunda da birçok Veliaht Prens mal varlıklarından vazgeçmeye zorlandı. Aynı şekilde İran da yıllarca Lübnan’da Hizbullah’ı, Irak ve Suriye’de ise Haşdi Şabi’yi destekledi. Bu iki gücün vekâlet savaşlarına büyük nakdi sermayeler harcaması ise, iki ülkenin halkını da ekonomik açıdan zorladı.

Barack Obama’nın ABD Başkanı olmasıyla, tek süper gücün Ortadoğu’da var olan politikası farklı argümanlar kazandı. Obama’nın özellikle ABD askerinin Irak’ta yaşadığı kayıplardan dolayı -ülke içerisindeki kamuoyunu da dikkate alarak- çekilme süreci planını devreye sokması, Ortadoğu jeopolitiğindeki fay hatlarını tetikledi. Bununla birlikte, Obama’nın barışçıl politika üzerinden İran’ın nükleer gücünü P5+1 ile dizginlemeye çalışması, bölgeye Şii ekseni doğrultusunda farklı bir ivme kazandırdı. İran, bu alandaki boşluktan yararlanarak Hürmüz ve Hazar’dan birden kendini Akdeniz Havzası’nda, aynı zamanda Suudilerin arka bahçesinde (Yemen) gördü. Bu gidişat, İran’ın Suriye, Lübnan ve Yemen üzerinde daha fazla nüfuzuna neden oldu. Hatta Tahran, bu cesaretle trajikomik biçimde Suudi Arabistan’ın uzun yıllardır çevreleme politikasını bizatihi kendisi Yemen üzerinden Riyad’a yaşattırdı. O kadar yaşattırdı ki, Suudilerin dibindeki Yemen’de Husiler üzerinden Riyad’a füze fırlattı.

İran, tarihsel olarak kurulduğu topraklardaki genetikten olacak ki, aynı Persler ve Medler dönemi gibi her zaman “yalnız”lığa oynayan bir ülke olmuştur. Kurulu olduğu coğrafyanın etnik çeşitliliği, aynı zamanda Şii ve Farisi bir ülke olması İran’ı yalnızlaştırmıştır. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte, özellikle tarihsel olarak Şii olmasından kaynaklıdır. İran’da İslam Devrimi’nin yaşanması da bunun somut örneğidir. İran’daki İslam Devrimi için acaba şöyle ya da böyle devrim önlenebilir miydi diye bir sürü spekülasyon yapılmıştır. Başlıca spekülasyonlar şunlardır; eğer Şah muhalefeti ezme ya da yatıştırma konusunda daha kararlı olsaydı, eğer kanser olmasaydı, eğer etkili danışmanları hayatta olsaydı, eğer CIA 1950’lerden sonra ülkeyi yakın takibe alsaydı vs… Tabii ki Washington bu hezimetin ardından muhakkak ki kendine şu soruyu soruyordu: İran’ı kim kaybetti? Kimi Başkan Jimmy Carter’ı suçluyordu, kimi CIA’i, kimi de Şah’ı… Bu tartışmalar “Titanic”te iskemleler başka türlü dizilseydi acaba batar mıydı konusunu tartışmak kadar anlamsızdı artık. Çünkü İran’da artık Şah dönemi yoktu ve İslam Devrimi vardı. Bu devrimin jeopolitik sonuçları, Ortadoğu’da 21. yüzyılda Suriye’den Lübnan’a, Yemen’den Irak’a kadar geniş bir hinterlandı kapsayacak şekilde “Şii ekseni” olarak tezahür edecekti. İran, İslam Devrimi’nin yaşandığı 1979 yılından günümüze kadar süreklilik kazanacak şekilde revizyonist bir devlet oldu. Bunun içindir ki, İslami rejim, rejim ihraç politikasının yanında, aynı şekilde ideolojik olarak da diğer ülkelere meydan okudu ve okumaya devam ediyor.

Giriş cümlesinde belirttiğim gibi, Ortadoğu jeopolitiğinde bu iki gücün rekabetinde kartlar yeniden mi dağıtılıyor veya dağıtılacak? Suudilerin yeni Veliaht Prens’in Kızıldeniz sahiline düşündüğü devasa ekonomik “NEOM” yeni şehir projesi, Japonların bile şimdiden 15 milyar dolar kredi ile yatırım yapmak istediği büyük bir proje olarak dikkat çekiyor. Ayrıca, bir gecede -Prens’in önerisi ve Kral’ın onayıyla- Genelkurmay Başkanı, Komutanlar, Bakanlar ve üst düzey bürokratların görevden azledilmesi ve kilit noktalara genç isimlere yer vermesi ve bunun yanında Kabine’ye ilk defa bir kadının girmesi, futbol maçlarında kadınların da seyir zevkinden mahrum bırakılmaması ve en önemlisi Yemen sınırındaki Asir eyaletine yeni üç Vali Yardımcısı atanması gibi gelişmeler, Suudlarda yaşanan hızlı değişimleri gösteriyor… Veliaht Prens’in “Ilımlı İslam” ve “2030 vizyonu” çerçevesinde gerçekleştirdiği projelerle gençlere önem vermesi, aslında iç politikada koltuğunu pekiştirme, dış politikada ise müttefiklerinden (ABD ve Batı ülkeleri) destek almayı amaçlıyor.

Bunlar şüphesiz önemli, ama bence asıl üzerinde durulması gereken faktör, Suudilerin Tahran’ın rejim ihracı tehdidi ve nükleer gücünü göz önüne alındığında, rekabete dayalı jeopolitik tehlikenin farklı boyutlara evrilmesi. Bu evrilme, Ortadoğu’da İran’ın göz yumulan nükleer güce sahip olma ve uranyum zenginleştirme çalışmalarının sonucudur. İşte bu nedenledir ki, Suudiler de hızlı bir şekilde nükleer güce sahip olmanın ve uranyum zenginleştirmenin elzem olduğunun farkına vardı. Suudi Arabistan’da, Yemen Savaşı’nın faturası ordu ve ordu mensuplarına kesildi. Aslında bu fatura, Prens’in daha küçük ve yüksek modernizasyonlu bir ordu kurma planının başlangıcı oldu. Veliaht Prens’in önümüzdeki zaman zarfında gerçekleştireceği Mısır, İngiltere, ABD ve Fransa ziyaretlerinin temelinde, nükleer güce sahip olmak ve kendisine ait bir uranyum zenginleştirme programının gerekliliğini izah etmek olacaktır. Bu nedenledir ki, ABD, tüm itirazlara ve gelebilecek eleştirilere rağmen, Suudilerin nükleer güce sahip olmasına yardım edecektir. Bu çerçevede, Suudiler, 30 yıl içerisinde yirmiye yakın nükleer santral inşa etmeyi ve uranyum zenginleştirmeyi planlamaktadır.

Sonuç olarak, görünen olası gelişme, Batılı müttefiklerinin de desteği ile, Riyad’ın yakın gelecekte nükleer güce sahip olmasıdır. Bu güce sahip olacak Suudiler, İran’a karşı daha saldırgan bir dış politika güdecektir. Suudiler, İran’ın rejim ihracı politikası ve Ortadoğu jeopolitiğinde büyük bir nüfuza sahip olmasını engelleyebilmenin yolunun nükleer caydırıcılıkla olabileceğini öngörmektedir. Aslında Riyad’ın şunu da bilmesi gerekir; İran’da yaşanan son ayaklanmanın nedeni, halkın ödediği vergilerin Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen gibi ülkelere gönderilerek, onlara ekonomik bir darboğaz yaşattırılmasıdır. Keza bu tehlike ileride Riyad için de geçerli olmayacak diye bir kaide yoktur. Suudi Arabistan’ın bölgenin en büyük petrol zengini ülkesi olması ve fütursuzca silah alımı yapması, bu ülkede enflasyonu arttırmakta ve ekonomik sıkıntılar doğurmaktadır. İran, artık pek çok yönüyle bir “üçüncü dünya” ülkesi değildir. İran halkı, sadece Şiilik ve İslamiyet öncesi kültür miraslarından kaynaklanmayan, aynı zamanda geçmiş yüzyılda karşılaştığı Batılı emperyalist tehditler, Meşrutiyet Devrimi, Musaddık’ın başını çektiği milliyetçi hareket, 1953 darbesi, Pehlevi dönemi ve İslam Devrimi ile Irak’a karşı savaşta yaşanan korkunç olaylardaki deneyimlerden elde ettiği ulusal kimlik duygusuyla birbirine kenetlenmiş durumdadır. İran kimliği, yalnızca ortak tarih, ortak coğrafya, ortak dil ve ortak dinle değil, aynı şekilde yakın geçmişin ortak deneyimleriyle de biçimlenmiştir. İran’ın nükleer güce sahip olması ve Ortadoğu jeopolitiğinde ABD’nin önemli müttefikleri Suudi Arabistan ve İsrail’i tehdit ederek diplerine (Suriye ve Yemen) kadar gelmesi, hem ABD’nin bölgesel politikası, hem de müttefikleri için korkunç bir gelişmedir. Önümüzdeki zaman zarfında, bu iki (Suudi Arabistan ve İran) gücün nükleere sahip olması olasılığı ise, hem bölgesel, hem de küresel olarak herkesin atom bombasının peşine düşmesine neden olabilecektir. Ortadoğu jeopolitiğinde ya bu iki taraftan biri geri adım atacak, ya da iki taraf da bu tehlikeli coğrafyada bir arada uzlaşarak yaşamayı öğrenecek. Yoksa bu rekabet ve mücadele böyle devam ederse, Kıta Avrupa’sının yaşadığı Otuz Yıl Savaşları gibi büyük bir felaket yaşanabilecek.

 

Güney Ferhat BATI

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.