DOÇ. DR. GÖKTÜRK TÜYSÜZOĞLU İLE MÜLAKAT

upa-admin 04 Temmuz 2019 2.118 Okunma 0
DOÇ. DR. GÖKTÜRK TÜYSÜZOĞLU İLE MÜLAKAT

Burçin MEMİŞ: Mülakat teklifimizi kabul ettiğiniz için öncelikle size çok teşekkür ederiz. Uluslararası İlişkiler alanında okunmasını zaruri gördüğünüz en önemli kitaplar nelerdir?

Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU: Uluslararası İlişkiler çalışmak isteyenlerin öncelikle Siyasi Tarih okuması yapmaları gerekiyor. Hâlâ üzerine birşey konulamadığı için, şöyle söylemek isterim; ilk olarak Oral Sander’in Siyasal Tarih kitapları okunacak. Daha 1. sınıftan başlayarak bu eserlerin okunması gerekiyor. Bu yapıtın sadece öğrenciler değil, siyaset ve dış politikayla ilgilenenler için de mutlak okunması gereken bir eser olduğunu düşünüyorum. Biz Tarih bölümü değiliz kuşkusuz; ama yine de mutlaka Oral Sander’in iki ciltlik Siyasi Tarih kitabı okunmalıdır. Birçoğumuz İstanbul Üniversitesi çıkışlıyız; Faruk Sönmezoğlu’nun Uluslararası Politika ile ilgili bütün kitapları da bence mutlaka okunmalıdır. Özellikle hocanın Uluslararası Politika adlı kitabı, yaklaşık 1.200 sayfalık çok önemli bir eserdir ve mutlaka okunmalıdır. Biz bu eseri kurumumuzda (Giresun Üniversitesi) okutuyoruz. Benim için başucu kitabıdır. Bir diğeri ise, Yüksel Taşkın hocanın Marmara Üniversitesi’nde derlediği ve editörlüğünü yaptığı Siyaset isimli çok güzel bir eserdir. Çok da eski bir kitap değil, 3-4 senelik. Bence Ramazan Gözen’in Uluslararası İlişkiler Teorileri kitabı da mutlaka okunmalı. Türkiye’de teori kitapları çok sıkıntılıdır. Çünkü bu tarz eserler yazabilmek için, çok ciddi seviyede Sosyoloji ve Felsefe bilgisi gerekmektedir. Ayrıca teoriler bizde çok karışıyor diye düşünüyorum. Bu nedenle, Ramazan Gözen hocanın kitabı daima elimin altındadır. Bu tarz kitapların dilini ayarlamak da çok zordur. Bazen bağlamdan kopulduğu için, kesinlikle bir teori kitabı elimizde olmalı. Ramazan Gözen hocanın kitabı 14 bölümdür ve benim için yine bir başucu kitabıdır. Bu tarz kitapların yeni başlayanlar için çok önemli bir katkısı olacağını düşünüyorum. Yabancılardansa, Andrew Heywood’un Siyasi İdeolojiler kitabı ve yine siyasetle ilgili olarak yazılmış olan birçok akademik kitap okunabilir.

Burçin MEMİŞ: Türkiye’deki en beğendiğiniz dış politika analist ve yazarları kimlerdir?

Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU: Benim için Uluslararası İlişkiler ve Uluslararası Politika alanında en iyisi Prof. Dr. Hüseyin Bağcı hocadır. Kendisi, ODTÜ’de Uluslararası İlişkiler Profesörüdür. Hocanın yazdıkları-çizdikleri haricinde, ulaştığı ve dokunduğu da çok fazla insan vardır. ABD, Rusya ve Çin’den gerçekten işinin ehli ve hatta bu ülkelerde politika yapımına katkıda bulunan önemli birçok kişi ile bağlantısı vardır. Yani çok güçlü bir network’ü var ve Türkiye’de bu güçte çok az kişi vardır diye düşünüyorum. Şöyle bir şey söylemek isterim; kendisiyle 45 dakika konuştuğunuz zaman bile, bunun 43-44 dakikası dolu dolu geçer ve ondan yeni birşeyler öğrenirsiniz. Ama kendisini görmek pek mümkün değildir; çünkü sık sık seyahat halindedir. Uluslararası Politika alanında yazdıklarından esinlendiğim bir diğer analist İlhan Uzgel’dir. Ankara Siyasal’dan sıklıkla yazılarını ve makalelerini takip ediyorum. Kendisi Gazete Duvar’da yazıyor. Bu kişiler dışında takip ettiğim Kerim Has var ve onu daha çok sosyal medyadan takip ediyorum diyebilirim. O da Rusya ile ilgili önemli bilgiler paylaşıyor. Ayrıca Kadir Has Üniversitesi’nden eski Rektör Mustafa Aydın hoca var ve onun da çevresi ve bilgi düzeyi gerçekten çok iyidir. Farklı konularda yazdığı birçok makale vardır. Özellikle Karadeniz, Hazar, Avrasya ve Türk Dış Politikası gibi alanlarda önemli çalışmaları vardır. Bölgesel Politikalar çalıştığım için Mitat Çelikpala da yakından takip ettiğim bir diğer kişidir. Bunun yanında, akademiden olmayan ama sıklıkla takip ettiğim ve bilgilerini ve analizlerini ciddiye aldığım eski diplomat Aydın Selcen ve gazeteci Fehmi Taştekin var. Taştekin, haftada 2-3 kez yazıyor; Kuzey Kafkasya ve Suriye ile ilgili kitapları da var. Bu bahsettiğim kişiler her gün yeni birşey yazmış mı diye takip ettiğim kişilerdir ve gerçekten hepsinden güvenilir bilgi ve sağlam analizler almak mümkündür.

Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu ve Burçin Memiş

Burçin MEMİŞ: Suriye’de Rusya ve İran’la Türkiye’nin vardığı mutabakata karşın, sahada çatışmalar halen devam ediyor. Suriye’deki Kürtlerin statüsü ve yeni anayasa konusunda da henüz nihai bir anlaşma yok. Sizce Suriye’de Esad güçleri ve Kürt grupları arasında bir çatışma yaşanır mı ve Türkiye’nin Suriye politikası bundan böyle nasıl olmalıdır?

Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU: Herşeyden önce Rusya’nın ve İran’ın Suriye’den ne beklentisi var onu söylemek gerekiyor. Rusya’nın burada olma nedeni, herşeyden önce Ortadoğu’da kendisine en yakın bulduğu ülkenin Suriye olmasıdır. Bir zamanlar bu ülke Libya idi. Ama Rusya, daha sonraları Libya’yı kaybetti tabii ki… Ortadoğu’daki en büyük müttefik artık Suriye. Bu nedenle, Moskova, Suriye’yi her zaman elinde tutmak istiyor. Bu yüzden, Rusya, ben Suriye’deki varlığımı korumalıyım ve konsolide etmeliyim diye düşünüyor. Peki, bunu nasıl yapabilir? Moskova diyor ki, benim burada bir üssüm vardı Tartus’ta. Tartus’taki üssü büyütmeliyim, hatta bir de deniz üssü açmalıyım dedi ve bunu yaptı. Rus donanma gemileri artık buraya yanaşabiliyorlar ve Akdeniz’de önemli bir avantaj elde ediyorlar. Ortadoğu’da, hatta burası Levant bölgesi olarak da geçer, esasen Doğu Akdeniz coğrafyasında Fransa ve ABD Kıbrıs’ta askeri üsleri olduğunu düşünürsen, Rusya da diyor ki, benim de bu bölgede nüfuzum olsun. Kıbrıs’ta üs yapamayacağını düşündüğü için de ben de Suriye’deyim diyor. Doğu Akdeniz’deki yeni gelişen enerji denklemini de yakından takip etme yanlısı Rusya. O yüzden Suriye’den ayrılmayı düşünmüyor. Bunu destekleyen var mı, evet var: Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad. Esad, bu ilişkilerin hem askeri, hem de teknik boyutlarda sürmesini istiyor. Babası Hafız Esad döneminden beri bu yönde ilerliyor zaten. Ve Ruslar şunu düşünüyor; eğer muhalefet iktidara gelirse, ki bu artık gerçekleşmesi kolay bir ihtimal olarak gözükmüyor, ayrıca her ne kadar ılımlılar dense de içerisinde radikallerin de olduğu ortaya çıktı, bu muhalif grupların Rusya yanlısı olmayacağı ve daha çok ABD, Suudi Arabistan ve Katar ekseninde hareket edeceği ve Türkiye’nin sözlerini daha çok dinleyeceği ortada. Bu nedenle, Moskova, Suriye’de muhalifler başa gelirse bu ülkedeki etkimi ve askeri üssümü kaybederim diye düşünüyor. Bu yüzden de Beşar Esad’ın yönetimi ayakta tutmaya çalışıyor. Rusya, 2015 yılından itibaren askeri olarak da bölgeye müdahale etti. Hatta özel Rus şirketleri vs. de burada faaliyet gösteriyor, Vagner Grubu gibi.

Şimdi İran’ın ne düşündüğüne bakarsak; her ne kadar İran bunu kabul etmese de, İran, Suriye iç savaşını mezhepsel kimliği üzerine inşa ettiği dış politika anlayışını güçlendirmek ve kimlik üzerinden strateji geliştirmek için kullanıyor. Buna kimisi “Şii Hilali” diyor, kimisi ise “İran yayılmacılığı” olarak adlandırıyor. Adına ne dersek diyelim, İran’ın Ortadoğu’daki stratejilerinin arkasından daima mezhep (Şii) kimliği ortaya çıkıyor. Tahran, bunu bugün Irak’ta da uyguluyor. ABD ile İran Irak’ta da karşı karşıyalar; birbirlerini dengelemeye çalışıyorlar. Lübnan’da Hizbullah var; biliyorsun ki onlar da Şii mezhebi temelinde kurumsallaşmış bir örgüt. Siyasette de çok etkililer. Yemen’de ise Husileri görüyorsun ve Yemen’de şu an iç savaş var. İşte Suudi Arabistan yanlısı meşru hükümet denilen grupla, başkenti elinde tutan ve Şiiliğin Zeydi kolundan gelen Husiler halen iç savaştalar. İran Husilere, yani Şii Zeydi gruba destek veriyor. Suudi Arabistan da diğer gruba… Buradan yola çıkarsak başka ne konuşulabilir; Bahreyn var, fakat Bahreyn’deki işler daha farklı. Bahreyn’in nüfusunun % 70’i Şiidir. Ama başta ABD yanlısı Sünni bir Kraliyet ailesi var. Suriye’de benzer bir durum Esad için söz konusu. Mezhep olarak değerlendirirsek; Esad ailesi ve Suriye rejiminin ileri gelenlerinin çoğu Arap Alevisi denilecek Nusayri adlı bir mezhepsel grubun üyesiler. İran kendisini Şii blokun lideri olarak gördüğü ve Esad rejimi de Sünni blokta yer almadığı için, İran ile Suriye rejimi de aynı kampta yer alıyorlar. Zaten eskiden beri iki ülkenin ilişkileri iyidir. Lübnan’daki Hizbullah ve diğer gruplarla bağlantı kurabilmek için de İran’ın Irak ve Suriye’de etkili olması gerekiyor. Zira Suriye’yi Sünni bloka kaptırırsa, Lübnan’la bağı kesilir ve dış politikası zayıflar. Peki, Lübnan neden İran için bu kadar önemli? Lübnan sadece Lübnan’ın kendisinden olan durumundan dolayı önemli değil. Lübnan, İsrail’in hemen kuzeyinde. Yani Lübnan üzerinden Hizbullah’ı kullanarak, Tahran, Filistin’deki Hamas’a bile destek verebiliyor. İran eskiden beri Lübnan’ı ve Hizbullah’ı bir araç olarak kullanıyor. Çünkü Suriye her zaman bir geçiş noktası ve önemli bir rota. Filistin ve İsrail’le fiziksel olarak karadan bağlantı kurabilmek için orayı kullanması gerekiyor. O nedenle, Tahran, bunu eskiden beri yapıyor. Bunu devam ettirebilmek için de, burada Suudi Arabistan destekli bir liderliğin oluşumunu önlemesi gerekiyor. Yani tıpkı Rusya’nın düşüncesinde olduğu gibi ABD ve Sünni bloka burayı kaptırmak istemiyor. Ayrıca İran, Suudi Arabistan’la da mezhepsel ve siyasal anlaşmazlık ve hatta çatışma içerisinde. Bu nedenle İran da Esad rejimine, hatta Rusya’dan bile daha hareketli bir şekilde destek veriyor. Bu iş için de Kasım Süleymani’nin liderliğindeki Kudüs Gücü’nü kullanıyor. Çok sayıda İranlı asker ve İranlı uzman şu an Suriye’de görev yapıyorlar.

Burçin MEMİŞ: Peki hocam, Esad güçleri ve Kürt gruplar arasında sizce bundan sonra bir çatışma yaşanır mı?

Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU: Esad, açıkçası üniter bir Suriye devleti yanlısı; yani eskisi gibi işler devam etsin istiyor. Suriye’deki Kürtler ise daha çok ülkenin kuzeydoğusunda konumlanmış durumda. Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’ne paralel olarak, bu topraklarda ciddi etkileri ve nüfus yoğunlukları var. Ama bölge içinde karışık bir nüfus yapısı var. Kesinlikle tamamen Kürtlerden oluşan bir bölge değil. Kürtler tabii Suriye’deki iç savaşın başında olaya müdahil olmadılar. Esad’a karşı mücadele eden grubun başında yer almadılar. Hatta Suriyeli muhalifler grubunun dışında yer aldılar. Niye uzak durdular; çünkü Esad kendilerine ne kadar uzaksa, muhaliflerin de o kadar uzak olduğunu gördüler. Zira muhalifler de üniter bir Suriye istiyor ve Kürtlere herhangi bir şekilde özerklik verme niyetinde değiller. Bu nedenle Kürtler de kendi özerkliklerini kendileri inşa etmeye kalktılar. Böylelikle, Esad ve muhalifler arasında gelişen iç savaşın dışında kaldılar. Esad ve Suriye Ordusu’nun iç savaş sürecinde kontrolü kaybettiği bölgelerde zamanla kendilerine ait nüfus çoğunluğu oluştuğu için, buralarda özerklik inşa ve ilan etmeye başladılar. Bunu neden yaptılar diye düşünürsek eğer; ileride masaya oturduklarında biz kendi oldu-bittimizi yaratmış oluruz ve masada kuvvetli oluruz diye düşündüler. De facto olarak kendimize ait bir özelliği kurgulamış olalım diye, baştan hiç dâhil olmadıkları bu süreci iyi değerlendirdiler. Yani geçen 6-7 yıllık süreçte, Suriye’nin doğusundaki bölgede bir Kürt oluşumu ortaya çıktı. Bunu söylemek lazım. Ancak mesele şu ki, Suriye’deki Kürtlerin kendi içlerinde de ciddi bir anlaşmazlık var. Her ne kadar artık sesleri duyulmasa da, Suriye’de de Barzani’ye yakın, yani Kuzey Irak’taki Barzani aşiretinin kolları diyebileceğimiz gruplarla, PKK’nın Suriye kolu olan PYD-YPG denilen gruplar arasında daha işin başlarında çatışma çıktı. Bu, daha sonra büyük çaplı bir operasyona dönüşmedi. Bu süreçte galip gelen taraf PKK çizgisi oldu. Zira onların savaş tecrübesi var ve bir kısmı zaten PKK’dan bu örgütlere katılan kadrolar. Silahları çok daha iyi kullanıyorlar. Bu işi çok daha kolay yaptılar. Bölgeyi kendileri için uygun bir hale soktular. Bu durum, ülkede sanki iki ayrı yönetim varmış gibi oldu.

Kürt bölgeleri haricinde, Suriye’de, -İdlib dışında- Suriye Ordusu ve yönetimi kontrolü sağladı. IŞİD tamamen yok edildi ve geriye muhaliflerin ve Türkiye’nin kontrol ettiği sınırlı bölgeler kaldı. Bu durumda peki şimdi Esad ne istiyor, üniter bir Suriye’ye dönmek istiyor. Karşısındaki en önemli sorun ise ne; Türkiye’nin elinde bulundurduğu bir iki cep, yani orada tuttuğumuz cepheler. İkincisi İdlib, ki orada çatışmalar devam ediyor. Üçüncü daha büyük bir sorun ise Kuzey Suriye’deki Kürt varlığı. Amerikalılar bu bölgedeki Kürt gruplara silah ve mühimmat desteği veriyor. Ayrıca diplomatik destek de veriyorlar. Yerel özerkliklerinin kabulü tezine yakın duyuyorlar açıkçası. Suriye içerisinde Kürtleri bir dengede ve korumada tutmaya çalışıyorlar. ABD, Esad’a, madem sen Rusya ve İran’a yakın duruyorsun ve bunlarla işbirliği yapıyorsun, ben de sana karşı PYD ve YPG ile işbirliği yaparım diyor. Yani bu ülke içerisindeki sorunun Esad lehine ya da Rusya ve İran lehine çözülmemesini sağlayabilmek için, Washington, PYD ve YPG’yi kullanıyor. Bu noktada Rusya’nın duruşu da önemli. Neden önemli şunu söyleyeyim; Rusya da PYD çizgisiyle geçmişte belli oranda işbirliği yapıyordu. Açık konuşmak gerekirse, Rusya’nın PKK ile geçmişe dayalı yakın bir ilişkisi mevcut. Abdullah Öcalan’ın PKK lideri olarak bir dönem Rusya’da bulunduğunu unutmamak lazım. O yıllardan kalan ciddi bir ilişkisi var. Soğuk Savaş yıllarında komünist ideolojik çizgiyle desteklenen bir ideolojik bağlılık da vardı o dönemlerde. O nedenle, Rusya, bu tarihi ilişkisini kullanmaya çalıştı bu süreçte. Kürtleri de yanıma çekeyim ve onların durumunu Esad’a ben bir şekilde kabul ettiririm diye düşündü. Bu sayede kendi kontrolünde bir Türkiye sınırı oluşturmayı da düşünmüş olmalı. Yerel bir özerklik veririz onlara, Türkleri de yanımda tutarım. Hem onları kaybetmemiş olurum, hem de Esad’ı kaybetmiş olmam. Hem Türkiye’yi sınırı kontrol ederek baskılarım, hem de Amerikalıların Türkiye’nin üstündeki o etkinliğine bir şekilde ket vurmuş olurum diye düşündü Moskova. Rusya, bunu cidden çok düşündü. Hatta bu gün diyorum, Afrin’deki bizim operasyonumuza biz kimden destek bekledik: Rusya’dan. Çünkü Afrin bugün Rusya’nın kontrolünde -Fırat’ın batısında kaldığı için-. Çünkü Fırat’ın doğusu-batısı diye ikili bir yapı oluştu. Batısındaki kısım Esad ve Rusya tarafında kaldı. Doğusundaki kısım ABD destekli YPG/PYD kontrolüne kalmış gibi oldu. Mesela Afrin orada Fırat’ın batısında bir yer ama Türkiye Rusya’dan izin aldı ve buraya bir operasyon düzenledi. Rusya’ya “ben buraya bir operasyon yapacağım, orada askerlerin varsa çek” dedi. Rusya da hava savunma sistemini kapattı ve biz orada işimizi gördük. Şimdi orada Tel Rıfat diye bir yer var; orası da yine YPG/PYD’nin elinde. Ama orası da Fırat’ın batısına düşüyor. Mesela oraya da yine bir operasyon düzenlenmesi için Rusya ile işbirliği yapmak zorundayız. PYD ise bu süreçte ikili oynuyor. Daha çok Amerika’ya yakın duruyor; çünkü en çok desteği onlardan alıyor. Rusya da haliyle bu durumdan rahatsız. Rahatsız olduğu için de, son dönemde bu YPG ile mücadele konusunda Türkiye’ye yakın durdu. Çünkü karşılığında alacakları var. Örnek vermek gerekirse, S-400 meselesinde olduğu gibi. Sonuçta Türkiye mi yakından tutmak isteyeceğin bir yer, YPG-PYD mi? Rusya, bu konuda, biraz da YPG/PYD’nin daha Amerikancı bir çizgide olduğunu düşünerek, Türkiye’ye daha yakın durmak istiyor. Ama Esad’ın bu durumda huzursuzluğunun da farkında. Bunu da dikkate alıyor. Bir de İran’ın da huzursuzluğunu dikkate alıyor. Zira İran da YPG/PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde Amerikan destekli o bölgede özerklik elde etmesini istemiyor. Zaten Kuzey Irak’ta böyle bir şey var; burada da olursa, ki İran toprakları içinde de bir Kürt bölgesinin olduğunu dikkate alırsak, İran bunu durduramayız diye endişe ediyor.

Peki, şimdi Türkiye ne yapacak? Türkiye’nin doğal olarak ilk endişesi, PYD/YPG’nin elinde o bölgede bir özerklik oluşmasın. Bunun için, Ankara, Washington ile birlikte güvenli bölge oluşturma tartışmaları yapıyor. 32 kmlik bir güvenli bölge oluşturalım ve orayı biz kontrol edelim diyor. “PYD burada bulunmasın, biz böyle bir risk görmek istemiyoruz” diyor Ankara. Bu yüzden de ABD ile müzakereler yürütülüyor. Tabii bu konuda Amerika tarafından yeterli desteği alabilmiş değiliz. Zira Amerikalılar da bunun karşılığında başka konuları gündeme getiriyorlar. Örneğin, şu sıralar en temel konu olarak S-400 meselesi var. İki ülkenin çıkarlarını uyuşturmak, müttefik olmalarına rağmen, -konjonktürel gelişmelerin de etkisiyle- her zaman kolay hatta mümkün olmuyor. Ama bu konuda iki taraf da çaba gösteriyor ve birbirlerini kaybetmek istemiyorlar. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin birçok açıklamasında bu belirtiliyor. Türkiye bu durumda ne yapacak; anladığım kadarıyla ABD ile bu konuda müzakere yapmaya devam edecek. Zira Amerikan yönetiminde de bu konuda kesinlikle bir ikilik var. Örneğin, Başkan Donald Trump, ilginç bir şekilde Türkiye’ye birçok konuda destek veriyor, ya da öyle gözükmeye çalışıyor. Son olarak, S-400 konusunda da Türkiye’ye hak veren açıklamalar yaptı ve yaptırımlardan hiç bahsetmedi. Ancak buradan bakınca, ABD Kongresi ve diğer devlet kurumlarında (Dış İşleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı-Pentagon, CIA vs.) Türkiye lehine bir hava yok gibi algılanıyor.

Burçin MEMİŞ: Türkiye’nin bu yaz teslimatı yapılacak Rus malı hava savunma sistemi S-400’leri alması nedeniyle ABD ile ilişkileri son dönemde bozulmaya başladı. Washington, bu alım gerçekleşirse, Türkiye’nin ortak üreticilerinden biri olduğu ve bugüne kadar büyük harcamalar yaptığı F-35 projesine dâhil edilmeyeceğini söyledi. Sizce Rusya ile ekonomik işbirliğimizi askeri alana taşıyarak doğru bir iş yapıyor muyuz ve ABD’nin buna tepkisi ne olur?

Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU: Açıkçası, S-400 krizini ben konjonktürel bir kriz olarak görüyorum. Çünkü niye? Türkiye NATO’dan ayrılmaya ve ABD ile askeri işbirliğini askıya almaya çalışmıyor. Peki, bizim şu anda Rusya ile yapmak istediğimiz ve yapmaya çalıştığımız askeri teknik işbirliği şu konjonktürde doğru mu? Bu konuda elbette farklı fikirler tartışılabilir. Bence asıl mesele şundan kaynaklanıyor; bizim ABD ile temel meselemiz 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sorumlu olduğu belirtilen FETÖ terör örgütü lideri Fethullah Gülen’in halen ABD’de olması. Bu durum, ikili ilişkilerde güven bunalımı yaratıyor. Bence Ankara’nın S-400 ve diğer konulardaki konjonktürel tercihleri, biraz da Washington’a bu gibi konularda mesaj verme kaygısı taşıyor. Yani Ankara, Washington’a, “biz 60-70 yıllık müttefik ülkeleriz ama sen hâlâ bölgesel gelişmelerde ve hatta benim iç politikadaki bir meselemde bile benim aleyhime hareket ediyorsun” mesajını veriyor. Bu nedenle, Ankara, Washington’a alternatifsiz olmadığını ve tüm ihtiyaçlarını (savunma vs.) diğer güçlü ülkelerden temin edebileceğini göstermek istiyor.

Ancak elbette, Rusya ile bu kadar yakın ilişkiler kurarken, bunun risklerini de görmek gerekiyor. Örneğin, enerji açısından (bilhassa doğalgaz) bu ülkeye ciddi bir bağımlılık içerisindeyiz. Bağımlılık oranımızın yüzde 55-60 arasında değiştiği ifade ediliyor. Bu, kuşkusuz çok yüksek ve Rusya’ya ikili ilişkilerde avantaj sağlayan bir durum. Mersin Akkuyu’daki ilk nükleer santralimizi de Rusya yaptı. Üzerine bir de S-400 hava savunma sistemi geldi. Aslında başta Çin malı hava savunma sistemi alınıyordu. Ancak ABD ile ilişkiler bozulunca, özellikle de 15 Temmuz darbe girişimi ve Washington’un PYD/YPG desteği sonrasında, hemen Rusya’dan S-400 alınmasına karar verildi. Ancak ABD yönetimi, Türkiye’nin Rusya ile yoğun ekonomik ilişkilerine bile sıcak bakmıyor. Ayrıca bizim Avrupa Birliği üyeliği sürecimiz resmi olarak dondurulmuş değil; fakat bunun sekteye uğradığı da düşünülürse, Türkiye’nin Rusya ile yakın işbirliği daha da büyük önem kazanıyor. Ama risk şu; Türkiye hâlâ NATO üyesi olduğu için, Rusya ile yapmak isteyeceğimiz askeri ve teknik işbirliği, NATO içerisinde de zaman zaman gerginlikler yaratacak ve Ankara’yı Batılı müttefikleri karşısında yalnız bırakabilecektir.

NATO, hâlâ Soğuk Savaş mantığı ile çalışan bir kuruluş; bir türlü yeni düzene kendisini adapte edemedi. Hâlâ şu andaki pozisyonu Rusya’ya yönelik olarak kurulmuş bir savunma örgütü gibi ve Moskova’nın yakın çevresindeki hamlelerine yönelik savunma örgütü pozisyonunda. Bu nedenle de, bütün üye ülkeler için Rusya ile işbirliği adeta bir tabu olarak görülüyor ve Türkiye’nin bu konudaki duruşu sıkıntı yaratıyor. Bu ülke ile kadar detaylı işbirliği yaparsanız, özellikle de askeri ve teknik işbirliğine kalkarsanız, direk kırmızı ışık yanıyor NATO’da. Tüm bunları düşününce, Türkiye’nin S-400 tavrının konjonktürel ve mesaj kaygısı taşıdığı görüşümü yineliyorum. Kaldı ki, biz S-400’ü alsak bile zaten NATO sistemine entegre etmeyeceğiz. Diyeceksin ki bu iyi bir şey mi? Hayır değil; çünkü S-400 ortak bir radara bağlanmadığı sürece etkili bir silah ve hava savunma sistemi değil. Sadece kendi radarlarıyla Türkiye’nin üzerine gelecek her türlü hava saldırısını karşılayacak imkânı da yok. O yüzden büyük bir NATO kanalına bağlanır ise daha iyi iş görebilecek. Bu konuda şunlar da konuşuluyor; Yunanistan’da da Rus yapımı önceki nesil hava savunma sistemi S-300 var, ama Yunanistan’da olan da yıllardan beri kullanılmıyor. Hatta Yunanistan da bunu almayacaktı aslında; Yunanistan’a şöyle gitti onlar. Güney Kıbrıs bunları Rusya’dan satın aldı; ancak Türkiye’nin karşı çıkması yüzünden S-300’ler adaya yerleştirilemedi. Rumlar da Yunanistan’a satıp, S-300’leri Girit’e yerleştirdi. Bildiğim kadarı ile hâlâ orada kapalı durumda ve çalışmıyor. NATO’nun sitemine entegre de değil. Bazı Doğu Avrupa ülkelerinde de Rus silahları var, bunlar da çok konuşuluyor. Doğu Avrupa ülkeleri zaten AB’ye ve NATO’ya yeni üye olmuş devletler. Bunlar zaten çok öncesinde Sovyetler Birliği zamanından beri bu silahları kullandıkları için, daha küçük seviyede de olsa bu silahları halen kullanıyorlar. Ama zamanla değiştirmeye çalışıyorlar. Zamanla Amerikan ya da Batı menşeli silahlara ağırlık veriyorlar. Tabii bu da onların ekonomileri için çok büyük bir maliyet. Türkiye ise zaten Amerikan yapımı silahları kullandığı için, gerek uçak olsun, gerekse de çeşitli silah sistemleri olsun, şunu söylemek isterim: Türkiye Amerikan savunma sanayiinin önemli müşterilerinden birisidir. Arap dünyasında ise önce Suudi Arabistan, sonra da Katar gelir. Bu, bizim için çok büyük bir maliyet, onlar için ise kazanç. Doğal olarak Amerikan silah şirketlerinin de bu nokta da büyük bir baskısı var. Türkiye eğer o kapıyı S-400 ile açar ise, zamanla bunun arkası gelebilir; yani S-500 de gelir, helikopterler de gelir, BUK füzeleri de gelir. Birçok şeyi katabilirsiniz zamanla bunun içine. Bu yüzden, “bir kapıyı açtık karşı çıkmadılar, bunun devamı da gelir” düşüncesine yönelebilir Türkiye diye, Amerikan silah şirketleri özellikle ABD Kongresi üzerinden ciddi anlamda yönetime baskı yapıyorlar. Amerika’nın bu kapıyı açmak istememe nedeni bu. Çünkü kendi şirketlerine zararına olacak. Hatta Türkiye’nin bu tavrının NATO içerisindeki başka ülkelere örnek olmasını istemedikleri için de bunun önüne geçebilmek istiyorlar. Çünkü Türkiye gibi başka NATO ülkeleri de Rus yapımı silahlara yönelirse, bu, NATO içerisinde daha geniş bir sorgulamaya neden olacağı için örgütün parçalanmasından korkuyorlar. NATO içerisinde zaten hâlihazırda ciddi bir huzursuzluk var. Şu anda NATO’nun ne iş yaptığını üye ülkeler de bilmiyor ve kendilerine açıklamıyorlar. Şu anda “NATO niye var” ve “hangi tehditlere karşı Zirve yapılıyor” bunu açıklayamıyorlar. Sürekli Zirve yapıyorlar. Zirvelerden çıkan sonuçlar net değil. Birşeyler ortaya konuyor, ortaya strateji raporları sunuluyor. Almanya-Fransa ikilisinin son dönemde NATO’ya bakış açıları çok zayıf ve gerekli ekonomik desteği vermiyorlar. Almanya’nın Rusya ile işbirliği de çok konuşulan bir durum Amerika için. Almanya’yı çok eleştiriyor ABD. Almanya’nın özellikle enerji konusundaki Rusya’ya bağımlılık ilişkisi Amerika’da çok tedirginlik yaratıyor. Angela Merkel hükümetini de bu nedenle Donald Trump sürekli sıkıştırıyor. Yani yalnızca Türkiye’ye yönelik bir durum değil bu. Niye Türkiye’de ABD çok daha fazla etkiye sahip? Çünkü Türkiye’nin Amerika’ya bağımlılığı daha fazla. Özellikle ekonomik yönden (piyasalar anlamında) çok fazla. Türkiye-Rusya ilişkilerinde yaprak kımıldasa Amerika tepki göstereceği için, bizim dolar üzerinden olan ekonomimiz direkt olarak etkileniyor. Kriz çıkıyor, geçen yaz olduğu gibi 7 dolara çıkılan sonuçları gördük. Bu durum bizim ihracatçımızı ve ithalatçımızı ve cebimize giren parayı da etkiliyor. Yani bu yüzden ben hâlâ bu durumun konjonktür gereği olduğunu düşünüyorum. Aradaki gerginliklere son dönemde Doğu Akdeniz de eklendi. Doğu Akdeniz konusunda da Amerikaların genel duruşu Güney Kıbrıs Rum Kesimi, İsrail ve Yunanistan tarafına kaydı. Dolayısıyla, bu noktada da yeni bir gerginlik ortaya çıktı. Bu konularda Türkiye’nin lehine adımlar atılmadığı müddetçe ilişkiler gergin devam edecektir.

Rusya konusunda ve özellikle S-400’ler konusunda özellikle son birkaç aydır biraz ertelemeye gidildiğini düşünüyorum. Bu konuda Temmuz’da gelmesin de biraz daha uzasın gibi bir çaba olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu zaman diliminde – Amerika ile ilişkilerimiz doğrultusunda- konuşulacaklar konuşulsun ve belki de bazı olumsuz kareler düzelebilir diye düşünebilirler. Ancak Rusya da boş durmuyor tabii… Ruslar bizim Amerika’ya entegre ve angaje olduğumuzu hisseder ise ne yapıyorlar; Suriye’de hemen İdlib’e saldırıda bulunuyorlar ve bize karşı kısıtlama uyguluyorlar. Örneğin, domatesler geri dönüyor. Hatta iki gün önce bir haber vardı ciddi oranda bir geri dönüş olduğu ile ilgili. Ya da PYD ya da YPG  ile olan ilişkiler bazında bir haber yansıtılıyor hemen. Suriye’de Tel Rıfat da Rusya’nın elindedir ve bu doğrultuda Moskova yeri geldiğinde gücünü gösteriyor. Bu noktalarda da Rusya’nın Türkiye’nin üzerine geldiğini görüyoruz. Yani Moskova’nın, “Sen beni S-400’ler konusunda zor durumda bırakırsan, ben de seni bu noktalardan sıkıntıya sokarım” gibi bir anlayışa sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak tehdit söz konusu her iki taraf için de ve bu süreç içerisinde şu an kimse kesin konuşamaz. O yüzden Amerika ile aranın düzelmesini ve komisyonda yeni kararlar alınarak biraz daha durumu düzeltmeye çalışacak zamanı oluşturmaya çalışıyorlar. O yüzden de teslimat tarihi uzatılıyor kanısındayım.

Burçin MEMİŞ: Hocam değerli fikirleriniz için size çok teşekkür ederim.

 

Röportaj: Burçin MEMİŞ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.