HO-FUNG HUNG’DAN ‘CLASH OF EMPIRES’

upa-admin 10 Aralık 2022 1.435 Okunma 0
HO-FUNG HUNG’DAN ‘CLASH OF EMPIRES’

Ho-Fung Hung, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Johns Hopkins Üniversitesi’nde ders veren[1] Çin asıllı bir Politik Ekonomi ve Sosyoloji uzmanı akademisyendir.[2] Yayınları sayesinde çok sayıda akademik atıf alan Hung[3], China and the Transformation of Global Capitalism (2009), Protest with Chinese Characteristics: Demonstrations, Riots, and Petitions in the Mid-Qing Dynasty (2011) ve The China Boom: Why China Will Not Rule the World (2015) gibi birçok kitabın yazarıdır.[4] Hung, son olarak da 2022 yılı Mart ayında Cambridge University Press’ten çıkan Clash of Empires: From ‘Chimerica’ to the ‘New Cold War’ (İmparatorlukların Çatışması: Chimerica’dan Yeni Soğuk Savaş’a) adlı ABD-Çin Halk Cumhuriyeti (Çin) rekabetini inceleyen yeni bir akademik esere imza atmıştır.[5] Oldukça kısa (90 sayfa) olan kitap, İngilizce olarak yazılmış ve toplam 5 bölümden oluşmaktadır. Bu yazıda, kitaptan bazı önemli bölümler özetlenecek ve irdelenecektir.

Clash of Empires: From ‘Chimerica’ to the ‘New Cold War’

“Introduction: Political Sociology of Global Conflict” adlı giriş bölümünde, yazar, ilk olarak, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Amerikalı birçok analistin ABD’nin tek süpergüç olacağı yönündeki tahminlerine karşın, 2010’lardan itibaren Çin’in dünya sahnesine önemli bir küresel aktör olarak ortaya çıkışıyla birlikte “Yeni Soğuk Savaş” (New Cold War) tartışmalarının başladığına vurgu yapmaktadır. Günümüzde birçok ülkeyi taraf seçmeye zorlayan bu ikili yapı, Amerikalı akademisyenlerce demokrasiye karşı otoriterliğin ve serbest piyasa kapitalizmine karşı devlet kapitalizminin mücadelesi olarak adlandırılmaktadır. Yazara göre, rekabetin ilk defa su yüzüne çıktığı dönem Barack Obama’nın Başkanlığı olmuş ve 2012 yılında, ABD, “Pivot to Asia” politikasıyla Çin’in Güney Çin Denizi’nde artan hareketliliği ve iddiaları karşısında bölgedeki deniz kuvvetlerini arttırma kararı almıştır. Obama yönetimi, Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) anlaşmasına da hız vermiş ve bu sayede bölge ülkeleriyle ekonomik entegrasyonunu derinleştirmek istemiştir. Çin’in dahil edilmediği bu anlaşma, Pekin’in devlet kapitalizmi olarak nitelendirilen ve devlet merkezli şirketlerine dayalı ekonomik sistemini de değiştirmeyi amaçlamıştır. Çin de, buna cevap olarak, 2014 yılında, Asya ülkelerine kredi sağlamak için Asya Altyapı Yatırım Bankası’nı (AIIB) kurmuştur. Washington ise, bu girişimi, Dünya Bankası (WB) ve Uluslararası Para Fonu’na (IMF) dayalı kendi küresel sistemine bir meydan okuma olarak algılamıştır. Bu nedenle, Asya Altyapı Yatırım Bankası’nı boykot eden ABD, müttefiklerinden de bunu yapmasını istemiştir. Aslında, ABD ile Çin arasındaki siyasi ve ekonomik farklılıklar yeni ortaya çıkmış değildir. 1989 Tiananmen Meydanı Olayları’ndan itibaren, Çin, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü pekiştirdiği farklı bir model olarak yoluna devam etmiş, ama buna rağmen 1990’lar ve 2000’lerde iki ülke ilişkileri hızla gelişmiştir. İki ülkenin artan ekonomik bağımlılığı nedeniyle, tarihçi Niall Ferguson gibi önemli isimler “Chimerica” (ÇinAmerika) kavramını bile yaratmışlardır. Ekonomist Fred Bergsten de, benzer şekilde, küresel ekonominin bu en önemli iki ülkesinin iş birliğini vurgulayan “G2” kavramını geliştirmeye çalışmıştır. Amerikalı Siyaset Bilimci Graham Allison ise, iki ülke arasında artan rekabeti “Thucydides Tuzağı” (Thucydides Trap) kavramı etrafında izah etmeye çalışmıştır. Bu çabalara karşın, iki ülkenin 2010’ların ortalarına hatta sonlarına kadar çatışmadan çok simbiyoz (symbiosis) kavramı etrafında şekillenen ilişkilerinin nasıl bozulduğunu incelemek gereklidir.

Ho-Fung Hung

“Symbiosis” (Simbiyoz) başlıklı ikinci bölümde, Ho-Fung Hung, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında izlediği ekonomik politikayı; yüksek maaş, yüksek refah ve yüksek tüketime dayalı ekonomik büyüme modeli ve piyasanın Keynesçi düzenlemelere tabi tutulması kavramlarıyla açıklamaktadır. Bu modelin savaş sonrasında 1960’ların sonuna kadar çok başarılı olduğunun altını çizen Hung, 1960’ların sonunda ise, şirketlerin düşen kârlılıkları, staglasyon krizi ve Asya’da yükselen yeni ekonomiler vesilesiyle oluşan daha rekabetçi ortam nedeniyle yeni bir ekonomik modele ihtiyaç duyulmaya başlandığını ve Washington’ın 1980’lerden itibaren neoliberalizmi teşvik ederek yaydığını vurgulamaktadır. Neoliberalizmin iki temel unsuru ise, örgütlü işçi hareketlerini ehlileştirmek ve para politikasını sıkılaştırmak olmuştur. İşgücünün göçler nedeniyle küreselleşmesi de bu noktada şirketlerin işini kolaylaştırmış ve bu nedenle Amerikalı birçok üretici, fabrikalarını emeğin ve hammaddenin daha ucuz olduğu deniz-aşırı ülkelere taşımışlardır. Bu yüzden, ABD, en büyük dış ticaret açığı veren ülke haline gelirken, Çin, Japonya ve Avrupa Birliği (AB) gibi ülkeler ise dış ticaret fazlası veren bir yapıya bürünmüşlerdir. ABD ise, bu süreçte, küresel ticaretteki en önemli ve geçerli para birimi durumundaki Amerikan dolarını kullanarak (gerekirse dolar basarak) dış ticaret akışını dengelemek ve para akışını kontrol etmek avantajlarını kullanmıştır. 1990’larda ilk Soğuk Savaş sonrası Başkan olan Demokrat Bill Clinton döneminde, ABD, Çin’i ekonomik bir partnerden ziyade insan hakları perspektifinden eleştirmiş ve Washington’da “Çin tehdidi” ilk kez konuşulur olmuştur. Bu yıllarda iki ülke arasında Tayvan Boğazı Krizi (1996), ABD’nin Belgrad’daki Çin Büyükelçiliğini bombalaması (1999) ve Hainan Adası Krizi (2001) gibi bazı olaylar da yaşanmıştır. Buna karşın, ABD, Çin’in küresel ekonomiye entegrasyonu konusunda genelde teşvik edici bir tutum takınmıştır. Bu bağlamda, ABD’nin 1979’da Jimmy Carter döneminde Çin’i resmen tanıdığı günden itibaren, vatandaşlarının Batı ülkelerine göç etmesine izin veren komünist ülkelere uyguladığı “Most Favored Nation” (en çok kayrılan ülke) uygulamasını başlatması ve bu sayede Çin’in GATT ve Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) üyeliğinin kolay hale getirmesi önemlidir. Her ne kadar Clinton döneminde bu hak bazı şartlara ve Başkan onayına bağlandıysa da, Çin’le ticarette herhangi bir sorun ve kısıtlama yaşanmamıştır. Bu dönemde, demokrasi ve insan haklarını önemseyen Demokratlarla (Nancy Pelosi, Bernie Sanders vs.) şirket çıkarlarını savunan Demokratlar arasında bir mücadele yaşanmış ve Wall Street desteğiyle Çin’le ticaret yanlıları bu mücadeleden galip çıkmıştır. Bu dönemde, Çin de, Capitol Hill’de lobi firmalarıyla anlaşarak Washington’daki gücünü artırmıştır. Bu yıllarda Clinton yönetimi ise, “constructive engagement” (yapıcı angajman) politikası doğrultusunda ticareti kullanarak Çin’i liberalleşmeye teşvik etmek istemiştir. Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla ise, bu ülkenin küresel piyasalardaki etkisi hızla artmaya başlamıştır. 2000’lerde George W. Bush döneminde ABD’nin ilgisi Afganistan ve Irak gibi ülkelere ve radikal İslamcı hareketlerle mücadeleye kayınca, bu da Çin’in dünyadaki imajını olumlu yönde etkilemiştir. Bu bağlamda, “Chimerica” sözü gerçeğe dönüşmüş ve Çin, ABD’nin küresel liderliği için faydalı bir partner gibi algılanmaya başlamıştır.

“Intercapitalist Competition” (Kapitalistlerarası Rekabet) başlıklı kitabının üçüncü bölümünde, Çin asıllı akademisyen, 2000’li yıllarda iki kapitalist ülke arasında giderek artan rekabet algısını araştırmaktadır. 2000’lerde Çin’de Huawei ve Alibaba gibi dev şirketler ortaya çıkarken, 2020’de “Global Fortune 500” listesindeki Çinli firmaların sayısı 124’e ulaşmıştır. Ancak bu şirketlerin büyük çoğunluğu devlet şirketleridir. Bu nedenle, Çin’in gerçek bir piyasa ekonomisi olmadığı yönündeki eleştiriler devam etmiştir. Çin, ilginç bir şekilde 2008 küresel ekonomik krizinden de güçlenerek çıkmıştır. Şi Cinping döneminde ise, Çin, artan bir şekilde devletçiliğe ve korumacılığa yönelince, ABD’deki eleştiriler artmıştır. Nitekim fikri mülkiyet hakları konusunda da Amerika’da Çin’e yönelik davalar açılmaya başlanmıştır. ABD, bu yıllardan itibaren Çin’i giderek kendi küresel ekonomik ve siyasi liderliği için tehdit oluşturan bir devlet olarak görmeye başlamıştır. Amerikalı şirketler de, geçmişte Çin lehine lobi yapmalarına karşın, Pekin’i giderek kendilerine bir rakip olarak değerlendirmiş ve korumacı ekonomi politikalarına yönelmişlerdir. Aslında Donald Trump fenomeninde de bunun izlerini bulmak mümkündür.

“Spheres of Influence” (Etki Alanları) verdiği kitabının dördüncü bölümünde, Hung, yakın dönemdeki gelişmeleri yorumlamaktadır. Çin’in Kuşak-Yol Projesi ile dünya ticaretine yön vermeye çalıştığı bu son dönemde, ABD, Çin’in Asya, Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu gibi bölgelerde/kıtalarda artan nüfuzundan rahatsız olmaya başlamış ve önceden ekonomik temelli olan rekabet, giderek jeopolitik bir rekabete dönüşmeye başlamıştır. Yazarın bu konuda öne çıkardığı örneklerden biri ise Pakistan’dır. Çin’in ekonomik etkisinin arttığı Singapur, Güney Kore, Filipinler, Tayvan ve Vietnam gibi ülkeler ise, açıkça iki ülkenin mücadele alanına dönüşmüştür. Bu konuda en belirgin örnek ise Sri Lanka’dır. Nitekim Çin karşıtı söylemleriyle 2015 seçimini kazanan Maithripala Sirisena, Çin’in yatırımlarını geciktirmesi ve iptal etmesi neticesinde ülkesinde ekonomik krizi durduramamış ve 2019 ve 2020’deki seçimlerde yeniden Çin’e yakın Mahinda Rajapaksa’nın güç kazanmasına engel olamamıştır. Afrika’da artan Çin etkisi ise Batı dünyasında “Çin emperyalizmi” olarak eleştirilmeye başlanmıştır. Bu anlamda, Çin’in artan gücü ortada olmasına karşın, yazara göre, dünyada doların hegemonyası ve Bretton Woods kurumları var olmaya devam ettiği sürece, iki imparatorluk arasındaki mücadelede avantaj Washington’da olacaktır.

“Conclusion: Interimperial Rivalry Redux” (Sonuç: Emperyal Düşmanlığın Canlanması) başlıklı kitabın sonuç bölümünde, Ho-Fung Hung, ABD’nin giderek Chimerica mantığından çıktığını ve Çin’i bir jeopolitik tehdit olarak değerlendirmeye başladığını anlatmakta ve kitabındaki bulgularını özetlemektedir. Hatta ABD, Birleşik Krallık ve AB gibi müttefiklerini de giderek Çin karşıtı bir çizgiye geçmek konusunda zorlamaktadır.

Sonuç olarak, Ho-Fung Hung’un Clash of Empires: From ‘Chimerica’ to the ‘New Cold War’ eseri, bu konudaki en güncel bilgilerin bulunduğu ve ekonomik verilerle desteklenen faydalı bir çalışmadır. Buna karşın, Çin’le alakalı olarak Amerikan tezlerine yönelik eleştirel bazı sorular da sorulabilir. Örneğin, “ABD’nin kapitalist bir demokrasi olarak bugüne kadar birçok savaşa dahil olmasına karşın Çin’in dış politikasında saldırganlık örneği göstermemesi nasıl açıklanabilir?”. Ya da başka bir soru şu şekilde olabilir: “ABD’nin Çin’i küresel ekonomik sistemden dışlamasının küresel ekonomi ve dünya halklarına etkisi ne olabilir?”. Bu sorulara doğru cevaplar vermeden, ABD’nin Çin politikasını değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü unutulmamalıdır ki, ABD, siyasetçilerin seçim kazanmak için öteki (düşman) yaratmak ve milliyetçiliği tetiklemek zorunda oldukları -yani popülizme başvurdukları- bir ülke iken, Çin’de böyle bir dert yoktur ve Çin yönetimi, küresel istikrar adına çok daha sorumlu ve teknokratik şekilde hareket edebilme lüksüne sahiptir. Bu da, ilginç bir şekilde çağımızda demokrasilerin önemli bir zafiyetini işaret etmektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

[1] Bakınız; https://hub.jhu.edu/experts/profiles/hofung-hung/.

[2] Twitter hesabı için; https://twitter.com/hofunghung.

[3] Bakınız; https://scholar.google.com/citations?user=G1Vxw40AAAAJ&hl=en.

[4] Amazon sayfası için bakınız; https://www.amazon.com/Ho-fung-Hung/e/B001JOOLX8.

[5] Bakınız; https://www.cambridge.org/core/books/clash-of-empires/12211AC3B8957E8DE6C7F26998EB50C3.

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.