Geçtiğimiz hafta Ukrayna’da yaşanan toplumsal/siyasal kriz ve iç savaşın geleceğine ilişkin çok önemli bir gelişme yaşandı. Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Devlet Başkanı François Hollande, Moskova’da Vladimir Putin ile Ukrayna üzerine saatler süren bir toplantı yaptıktan birkaç gün sonra Belarus’un başkenti Minsk’te Ukrayna lideri Petro Poroşenko’nun da Merkel, Hollande ve Putin’e katılmasıyla düzenlenen zirve sonrasında Ukrayna’da bir kez daha ateşkes ilan edildi. Eylül 2014’te yine Minsk’te kararlaştırılan ateşkesin kalıcı olmadığı ve sonrasında binlerce kişinin hayatını kaybettiği ve Doğu Ukrayna’nın harabeye döndüğü dikkate alındığında, bu dörtlünün üzerinde anlaştığı ateşkesin de geçici olacağına yönelik yorumlar bulunmaktadır. Ne var ki, Şubat 2015 itibarıyla altına imza atılan ateşkesin kapsam ve aktörler bakımından çok daha önemli olduğu söylenebilir. Ancak ateşkesin şartlarını irdelediğimizde, Ukrayna’daki krizin dondurulmaya çalışıldığı söylenebilir.
Ateşkesin arka planını irdelediğimizde, Almanya ve Fransa’nın, AB’nin lider ülkeleri olarak birliğin prestiji ve genişleme hamleleri üzerinden geleceği hususunda çok önemli bir test haline gelmiş olan Ukrayna meselesinde inisiyatif almak zorunda hissetmeleri önemli bir dayanak noktası olmuştur. Bunun dışında, bu iki ülkenin Rusya ile olan ekonomik/ticari bağlarını ve enerji odaklı işbirliğini sürdürmeyi amaçlıyor olmaları ve sistemsel anlamda müttefik olmalarına karşın Avrupa işlerine müdahil olmasını istemedikleri ABD’de son dönemde açığa çıkan “Ukrayna Ordusu’nu silahlandırma” tezinin önüne geçmektir. Zira Merkel’in de birçok kez dile getirdiği gibi, Ukrayna’nın silah yoluyla Ukrayna’daki ayrılıkçılık krizini çözebilmesi mümkün görünmemektedir. Zira Ukrayna’nın bu tarz bir saldırgan realist girişimi içselleştirmesi halinde, Rusya da ayrılıkçılara vereceği destek üzerinden saldırganlığının dozunu arttırabilecek ve önü alınamaz bir tırmanma sürecine girilecektir. Saldırgan realizmin öncüsü John J. Mearsheimer ile güç dengesinin altını çizen savunmacı realist yaklaşımın önemli isimlerinden Stephen M. Walt da benzer bir şekilde düşündüklerini yaptıkları analizler ile ortaya koymuşlardır. Ukrayna’daki iç savaşın Rusya ve Batı arasında Doğu Avrupa merkezli bir bölgesel hegemonya mücadelesinin yansıması olduğu, yani aynı zamanda bir vekalet savaşı (proxy war) olarak da okunduğu dikkate alındığında, Ukrayna’daki çatışmaların büyümesinin, bu ülkeye komşu olan ya da Doğu Avrupa ve Karadeniz Havzası’nda yer alıp bu ülkedekine benzer etno-kültürel/dinsel/bölgesel ayrılıkçılık girişimlerine sahne olan ülkeler açısından bir örnek teşkil edebileceği Merkel, Hollande ve Putin tarafından da açıkça görülmüş olmalıdır. Üstelik Ukrayna’daki müdahaleci tutumu nedeniyle çeşitli türde ambargo, sınırlandırma ve diplomatik kısıtlamalar ile karşı karşıya kalan ve buna eklemlenen enerji fiyatı odaklı manipülatif girişimlerle de ekonomik anlamda çok zor durumda kalan Rusya da Ukrayna’daki durumun bir şekilde dondurulması gerektiğinin ayırdına varmıştır. İşte, bu arka plan bağlamında Ukrayna özelinde bir ateşkese varılması adeta bir zorunluluk olarak görülmeye başlanmıştır.
Ateşkesi beraberinde getiren Minsk Zirvesi öncesinde ve sonrasında çekilen fotoğraflar ile liderlerin yüz ifadeleri ve birbirlerine olan yaklaşım tarzları “mecburiyeti” ve “isteksizliği” resmetmektedir. Ne var ki, bu zirve esnasında bir sonuca varılması neredeyse zorunlu hale gelmiştir/getirilmiştir. ABD’nin Ukrayna’yı silahlandırma yönünde istekli olduğuna dair haberler çıkması ve bu durumun Batılı ülkeler (ABD-Almanya) arasında dahi çatlak seslerin çıkmasına yol açtığı dikkate alındığında, dünya medyası tarafından büyük bir ümit bağlanan Minsk Zirvesi’nin, öyle ya da böyle, olumlu bir sonuçla, en azından silahların susturulması ile sonuçlandırılması gerekmekteydi ve öyle de olmuştur.
Minsk’te varılan ateşkesin içeriğini gözden geçirdiğimizde, Ukrayna Ordusu ile ayrılıkçı milisler arasında yaşanan çatışmaları sonlandırabilmek için 50-70 km. derinliğinde bir tampon bölge ilan edildiğini ve böylece bu hattın doğusunda kalan toprakların statüsünün ve siyasal işleyişinin doğrudan Kiev üzerinden yönlendirilemeyeceğine ilişkin bir ön kabul yaratıldığını görüyoruz. Yani Donbass (Donetsk, Luhansk) özelinde bir donmuş çatışma bölgesi yaratılmak istenmektedir. Bu durum Gürcistan’da Abhazya ve Güney Osetya, Moldova’da Transdinyester, Kosova’da Kuzey Mitrovica ve Azerbaycan’daki Dağlık Karabağ örneklerine benzer bir yaklaşımın benimsendiğini göstermektedir. Ağır silahların çatışma bölgesinden uzaklaştırılması, esir takası ve genel af gibi ateşkeslerde genel olarak yer alan şartların dışında, Ukrayna-Rusya sınırının AGİT tarafından denetlenmesi ve kademeli bir şekilde yeniden Ukrayna’ya devredilmesi (tabi ki Doğu Ukrayna’da yapılandırılacak ve hukuken Ukrayna’ya bağlı olması beklenen otoritelere teslim edilecektir) ile Verkhovna Rada (Ukrayna Parlamentosu)’nın en kısa sürede ülkeyi federal bir yönetim tarzına eklemleyecek ve Doğu Ukrayna’yı kendi yöneticilerini seçeceği, vergisini toplayacağı ve iç işlerini yönlendirebileceği geniş çaplı bir özerkliğe entegre edecek anayasal değişikliği gerçekleştirmesi istenmektedir. Anayasa değişikliğinin ardından ise genel ve bölgesel (yerel) düzlemde seçimler gerçekleştirilecek ve Kiev’in yanı sıra Donbass’taki yöneticiler de toplumsal/siyasal ve hukuki bir meşruiyete sahip olacaktır.
Minsk’te varılan ateşkes ile Rusya, Ukrayna’nın doğusunun siyasal/yönetimsel geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda kullanacağını açıkça ortaya koymuş ve bunu da Merkel, Hollande ve Poroşenko’ya kabul ettirmiştir. Bu aktörler, savaş lordu olarak gördükleri Zakharchenko ve Plotnitsky’nin yapılması öngörülen seçimler eliyle hukuki meşruiyete sahip birer lider olarak kabul edilmesi konusunda herhangi bir sorun çıkarmayacaklarını göstermişlerdir. Poroşenko, terörist olarak adlandırdığı Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri liderleri ile doğrudan görüşmeyi reddetse de, yapılacak anayasal değişiklik sonrası bu bölgelere tanınacak geniş çaplı özerklik (federe birer devlet olacaklar) ve seçimler eliyle şimdinin “teröristleri” ile gücü/iktidarı paylaşmak zorunda kalacaktır. Üstelik yaratılacak olan gevşek yönetimsel yapı eliyle, Ukrayna’nın bundan sonra atacağı adımlar, özellikle de AB ve NATO ile ilişkileri konusunda izleyeceği tutum çok yakından izlenecek ve ülkenin doğusundaki ayrılıkçılık talebi bu ülkenin dış politika yaklaşımını yönlendirme anlamında hukuki bir dayanağa da sahip olacaktır. AB ise, son dönemde Kosova özelinde uygulamaya çalıştığına dair emareler bulunan, ancak Bosna-Hersek’te başarısızlığa uğradığı rahatlıkla söylenebilecek etno-federalizm seçeneğinin Ukrayna’da ne tür bir sonuç doğuracağını görecek ve barışı inşa etme/koruma misyonu çerçevesinde bir prestij sağlamaya çalışacaktır.
Minsk’te varılan ateşkes hemen her aktör için farklı anlamlara gelmektedir. Daha önce varılan mutabakatların bir sonuç vermediği düşünüldüğünde, geniş kapsamlı bir katılımla üzerinde uzlaşmaya varılan ateşkes planının ne türlü sonuçlar doğuracağı ve çatışmaları ne kadar önleyeceği belirsizdir. Ne var ki, detayları az çok ortaya çıkmış olan çözüm planının Ukrayna’yı federal bir ülke haline getireceği ve bu federalizmin oldukça gevşek yönetimsel bağlar üzerinden inşa edileceği anlaşılmaktadır. Çözüme dair planın uygulama alanına konması durumunda, bu ülkenin tarafsız (neutral) bir ülke olarak biçimlendirileceğini söylemek de mümkündür.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU