Fırat’ın Doğusu Sorununun Başlangıcı ve Terörle Mücadele
Terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin -Suriye’de yaşanan iç savaşı fırsat bilerek- Suriye’nin kuzeyinde sözde kantonlar oluşturması, özellikle Türkiye için büyük bir güvenlik meselesi haline dönüşmüştür. Suriye’nin içine düşürüldüğü durumdan yararlanan PKK/PYD, 2013 yılında Fırat’ın doğusunda sözde “Kurucu Meclis” ilan etmiş ve bunun ardından Afrin’de de sözde Rojava Özerk Yönetimi’ni ilan ederek, bölgede tansiyonu daha da arttırmış ve büyük kitlesel göçlere sebep olmuştur. Ortadoğu’da özellikle Arap Baharı ile birlikte yaşanan iç isyanlar ve daha sonrasında Suriye’de vuku bulan iç savaş süresince küresel ve bölgesel aktörlerin yürüttükleri vekalet savaşları, bölgeyi hem yıkıma götürmüş, hem de bölgenin demografik yapısının büyük ölçüde değişmesine yol açmıştır. Zaman içerisinde “IŞİD Karşıtı Uluslararası Koalisyon” adı altında ABD’nin öncülük ettiği koalisyonun 2014’ten itibaren yaptığı hava saldırıları ise, Suriye’deki ortamın daha da bulanıklaşmasına yol açmış ve sözde IŞİD’e karşı PKK/PYD’ye yapılan yardımlar, terör örgütünün Fırat’ın doğusunun büyük bir bölümüne hâkim olmasını sağlamıştır. Terör örgütü PKK’nın Suriye kolunun Cezire ve Kobani’de kanton ilan edip, daha sonradan Afrin’de de aynı pozisyona yeltenmiş olması ve Suriye’nin kuzeyinde bu kantonları birleştirip burada özerk bir yönetim kurma çabaları, sorunun zamanla Türkiye açısından ne denli önemli olduğunu göstermiştir.
IŞİD’in bir zamanlar özellikle Fırat’ın doğusu ve güneyinde konuşlanarak PKK/PYD ile çatışması ve 2014’de Ayn el Arab’a saldırması ile, PKK/PYD, uluslararası koalisyonun desteğini ciddi şekilde görmüş ve daha sonrasında IŞİD’in elinden boşalan bölgelere yerleşerek bu bölgeleri ele geçirmiştir. Daha sonrasında PKK/PYD’nin Fırat’ın doğusunda Tel Abyad’ı işgal etmesi ile Cezire ve Ayn el Arab kantonlarının arasında bağlantının kurulması, örgüt için stratejik bir önem arz etmiştir. Ancak bu durumu, Türk Ordusu’nun büyük bir başarıyla yürüttüğü Fırat Kalkanı Operasyonu bozmuştur. 24 Ağustos 2016’da başlayan ve 216 gün süren bu başarılı operasyonla yaklaşık 2.000 km2’lik alan terör örgütünden temizlenmiş ve PKK/PYD’nin kantonları birleştirip özerk bir yapı oluşturma hayali suya düşmüştür. Bu operasyon sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afrin’e yönelik başlattığı Zeytin Dalı Harekatı ile terör örgütü Afrin’den de temizlenmiş ve Türkiye, vekalet savaşlarında diğer aktörlere karşı Özgür Suriye Ordusu güçlerini eğiterek, yaklaşık 10.000’den fazla ÖSO milisini ön saflarda savaştırarak da önemli bir işe imza atmıştır. Her ne kadar kamuoyunda bu konuya dair önemli tartışmalar yaşanmış olsa da, ÖSO’nun PKK/PYD’ye karşı çatışmaya girmesi, Türk Ordusu’nun yürüttüğü bu operasyonda önemli bir stratejik hamle olmuştur. Artık günümüzün dünyasında sıcak çatışmaların ve savaşların vekalet yoluyla yürütülmesi gerçeğini bu anlamda iyi değerlendirmek gereklidir.
TSK’nın Zeytin Dalı Harekatı’nın ardından kamuoyunun dikkati olası bir Münbiç Operasyonu’na yönelmiştir. Münbiç, 2016 yılında ABD’nin güçlü lojistik desteğiyle PKK/PYD tarafından işgal edilmiştir. İşgalin ardından, ABD ve Türkiye arasındaki diplomatik temaslarda, Türkiye, ABD’ye, bölgenin PKK/PYD teröründen arındırılmasına dair ortak bir mutabakat ve plan oluşturulması hususunda ortaya koyulacak bir çalışmanın önemini vurgulamıştır. Böylelikle varılan mutabakat sonrasında, Haziran 2018 itibariyle, Türk Ordusu, kentin dışında yer alan mahallelerde devriye faaliyetlerine başlamıştır. Türk Ordusu için Münbiç’teki asıl hedef ise, bölgenin terörden arındırılması, terör örgütünün elindeki ağır silahların toplanması ve yerel halkın bölgeye hâkim olmasını sağlamak olmuştur. Tüm bu gelişmelerle birlikte, ABD’nin PKK/PYD’nin Münbiç’ten çıkarılacağına dair verdiği sözü hala tutmamış olması dışında, Münbiç’te ABD tarafından siyasi çözüme yönelik adımlar da atılmamaktadır. Hatta ABD, PKK/PYD ile ilişkilerin taktiksel olduğunu vurgulayarak, terör örgütüne silah yardımına bile devam etmektedir.
Münbiç’te bu gelişmeler devam ederken, Fırat’ın doğusundaki bölgelerde Türk Ordusu mevziilerine terör örgütü tarafından taciz ateşleri yapılmıştır. Her ne kadar can kaybı ve yaralanan olmasa da, bu atışlara Türk Ordusu anında karşılık vermiştir. Özellikle gözler Fırat’ın doğusuna çevrildiği andan itibaren, terör örgütü PKK/PYD, bu bölgede ve sınır noktalarında nöbetlerle yeni mevziiler inşa etmeye koyulmuştur. Bu nedenle, son yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında en büyük terör tehdidinin Fırat’ın doğusundan geldiği belirtilmiştir.1 Gerçekten de, Suriye sınırının büyük bir hattını oluşturan bu bölgede PKK/PYD’nin yer alması, Türkiye’ye sızma ve terör eylemleri gerçekleştirme tehlikesini bir kez daha hatırlatıyor.
Bugün itibariyle sorunları daha da tırmandıran gelişmelerden bir diğeri ise, son zamanlarda ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde gözlem noktaları kurması olmuştur.2 ABD’nin, bunu yaparak YPG’yi koruduğu şeklinde bir algıya yol açmasıyla birlikte, Türk yetkili makamlarından yapılan açıklamalarda bu hamleyle bölgede kaosun daha da artacağı vurgulanmıştır.
Fırat’ın Doğusunun Stratejik Önemi
Fırat’ın doğusu, Suriye’de Fırat Nehri’nden başlayarak Irak sınırına kadar uzanan bölgeyi oluşturur. Çeşitli barajlar ve su kaynaklarının yer aldığı bu bölge, aynı zamanda petrol ve doğalgaz kaynakları açısından da zengin olan Deyrizor (Deyr ez Zor) gibi bir vilayeti de içine alarak önemli bir stratejik hat oluşturmaktadır. Bir diğer önemli unsur ise, Fırat’ın doğusunda verimli tarım arazilerinin bulunmasıdır.
Enerjiyi kontrol etmek için adeta Suriye’nin kalpgâhı olan bu bölgeye terör örgütü PKK/PYD’nin yerleşmesi ve buradaki enerjiden gelir elde etmesi, Türkiye’nin ulusal güvenliği için büyük bir risk oluşturmaktadır. Özellikle Fırat’ın doğusunda ve büyük bir bölümü Irak topraklarının içerisinde, aynı zamanda Irak sınırında yer alan Sincar Dağları, terör örgütü için adeta ikini bir Kandil işlevi görmüştür.
Fırat’ın doğusunun güvenliği, aynı şekilde doğrudan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarları için de çok önemlidir ve bu nedenle bir bekâ sorunudur. Meseleyi sadece bir terör koridorunun oluşturulması ile alakalı olarak okumayıp, bütüncül bir perspektifle değerlendirmek gereklidir. Çünkü Suriye ile kurulan temas, işbirliği ve diyalog, sadece Suriye’nin kuzeyinde yer alan terör örgütü PYD ile mücadelede önemli olmayıp, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin kendi çıkarlarını koruması adına da büyük bir önem arz etmektedir.
Çözüm Odaklı Bir Yaklaşım: Bölgesel İttifak ve Terörle Mücadelede Kararlılık
Astana’dan yola çıkılarak Ocak 2018 tarihinde Suriye Ulusal Diyalog Kongresi adıyla Soçi’de yapılan toplantı, hem rejim, hem de muhalif temsilcilerin çok taraflı olarak müzakerelerin yürütülmesi amacıyla bir araya gelmesi nedeniyle bir umut ışığı olmuştur. Bu toplantıya, Türkiye, muhalifler adına garantör ülke konumuyla katılmıştır. Tüm bunlarla birlikte, yeni anayasanın oluşum sürecinde Suriye’deki farklı etnik ve dini unsurların adaletli temsilini mümkün kılacak dengeli ve kapsayıcı bir ortak komitenin oluşturacağı yeni anayasa taslağının büyük önem arz ettiği bilinmektedir. Bu aşamadan sonra, tüm Suriyelilerin katılabileceği bir halk oylamasının gerçekleşmesi planlanmıştır.3 Ancak geleceğe dair belirsizlik oluşturan Birleşmiş Milletler’in Suriye’deki çözüm sürecine nasıl etki edeceği konusu, Suriye’de yaşanan provokasyonlar, PKK/PYD’nin varlığı, devam eden çatışmalar ve bunların yarattığı tehlikeler gibi unsurlar, bölgenin geleceğini belirsiz kılmaya halen devam etmektedir. Özellikle İdlib Mutabakatı sonrasında da İdlib’te yaşanmaya devam eden provokasyon ve gerilimler, bölgedeki tansiyonun artmasında etkili olmaya devam etmektedir. Varılan mutabakatta, cihatçı grupların 15 Ekim’den önce çekilmesi gerektiği belirtilmişken, Halep’te gerçekleşen kimyasal saldırı ve Rusya’nın bu konuda hassasiyet göstermesi kaçınılmazdı. Çünkü bölgedeki heterojen yapı ve devşirme teröristlerin yer alması gibi meseleler, aynı zamanda Rusya ve hatta Çin’in bile güvenliğini yakından ilgilendirmektedir. Gerçekten de, Rusya, Eylül ayından bu yana Suriye’de Halep’teki saldırıya yönelik bu denli büyük bir saldırı gerçekleştirmemiştir.
Bilindiği üzere, Rusya ve Türkiye, İdlib’te masa üzerinde muhaliflerle rejim güçlerini birbirinden ayıran bir tampon bölge inşasında anlaşmışlardı. Hatta İdlib’te, sürekli bir ateşkesin sağlanması adına, Astana sürecinin başat aktörleri olan Türkiye, Rusya ve İran, ortak bir koordinasyon merkezi geliştireceklerini de 10 listelik mutabakatta belirtmişlerdi.4 Ancak her ne kadar böyle bir mutabakata varılsa da, sahadaki her gelişme -maalesef- masada alınan kararların kalıcılığı ve sürekliliği lehine işlememektedir. Bu nedenle, varılan mutabakatın sahaya da yansıması çok önemlidir.
Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un defalarca dile getirdiği şekilde, Fırat’ın doğusunda ABD’nin Kürt kartını oynadığı, bunun doğrudan Suriye’nin toprak bütünlüğünü hedef aldığı ve burada devlet benzeri yapılar inşa etmeye çalıştığını söylediğini göz önünde bulundurarak, bölgede uydu devletlerin ortaya çıkmaması adına, Rusya, İran ve Türkiye üçlüsü arasındaki uyum ve işbirliğinin sağlam temeller üzerine inşası ve sürekliliğinin çok önemli olduğu aşikârdır. Çünkü bugün Ukrayna’da yaşanan gerilimler ve ABD’nin Suriye ve bölgedeki provokasyonlarını bu gelişmelerden bağımsız okumak doğru değildir. Cenevre sürecine karşı Astana süreci, federal ve bölünmüş bir Suriye’ye karşı bütün bir Suriye ile emperyalizme karşı Batı Asya’da yer alan, özellikle Astana sürecini inşa eden Rusya, İran ve Türkiye üçlüsünün bölgedeki uyum ve birlikteliği tek çözüm yolu olarak karşımızda belirmektedir. Batı’nın, bu konuda Rusya, Türkiye ve İran üçlüsünün çözüm önerilerine karşı bir tezinin olmayışı da, çözüm sürecinin bu üçlü birliktelikten geçmesi gerektiğinin yine sağlam bir göstergesidir.
Terör örgütü PKK’nın Suriye kolunu aşağı-yukarı 4 yıldır destekleyen ve her türlü lojistik ve silah yardımını sağlayan ABD’nin bölgede kalıcı olmak adına buraya askeri üsler inşa ettiği ve bu inşa edilen askeri üslerin doğrudan Suriye, İran, Irak ve Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve ulusal güvenliğini tehdit ettiği çok açıkken, Türkiye ile bölge ülkelerinin işbirliği, Astana süreci ve Suriye’nin toprak bütünlüğü konusu daha da büyük önem kazanmaktadır. Çünkü Fırat’ın doğusunda terör örgütü PKK/PYD’nin asıl hedefi, geçiş döneminde yaşanacak anayasa görüşmelerinde özerk bir statü elde etmek olacaktır. Ancak bunu ABD’nin desteğiyle ve bir oldu-bitti ile yapma durumunu da göz önüne alarak, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna askeri olarak müdahale etmesinin son derece gerekli olduğunu bu noktada vurgulamak gerekir. Bu, “ABD’ye rağmen” yapılması gereken bir hamledir. Burada doğrudan Türkiye ile ABD’nin karşı karşıya gelmesi ise kesinlikle söz konusu değildir; çünkü iki NATO ülkesinin çatışması, bölgede dengelerin hepten altüst olması ve Birliğin ortadan kalkması anlamına gelir. Bu anlamda, ABD’nin burada konuşlanma sebebinin arkasında, bölgede teröre yaptığı yatırımın sonuçlarını almak istemesi yatmaktadır. İsrail’in güvenliği meselesi de bu noktada ABD açısından oldukça önemlidir.
Sonuç olarak, bölgede yaşanan tüm bu gelişmelerle ve gelecekte gerçekleşecek olan Yeni İpek Yolu projesiyle birlikte düşünüldüğünde, Avrasya’da bir ekonomik entegrasyon ve yeni pazarların açığa çıkması mümkün olabileceğinden, Türkiye, küresel siyasette ve bu amansız jeopolitik mücadelede kendi konumunu buna göre tayin etmek durumundadır. Türk Akımı sayesinde Rusya ile kurulan stratejik ortaklık ve güçlenen ilişkiler, buna güzel bir örnektir. Bu nedenle, bölge ülkeleriyle işbirliği ve sürekli diyalog, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve güvenliği açısından büyük önem arz etmektedir.
Alparslan ULUHAN
KAYNAKÇA
- https://www.ntv.com.tr/turkiye/mgkdan-firatin-dogusu-vurgusu,bVInk2AXaU2WzynHJ-jx0Q.
- http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/1150682/ABD_ile_Firat_in_dogusu_krizi.html.
- Sedat Ergin, “Suriye Sorununun Çözümü Ne Kadar Yakın”, Hürriyet, 1 Kasım 2018.
- https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201809191035276132-idlib-mutabakat-zaptinin-on-maddesi/.