15 Temmuz şehitleri anısına…
Giriş
Tarihe “post-modern darbe” olarak geçen 28 Şubat Süreci’nin diğer askeri müdahalelerden farklı yönleri ve günümüze kadar uzanan siyasi ve toplumsal etkileri, bugüne kadar birçok makalede ve analizde ele alınmıştır. Ancak tarihe kara bir leke olarak geçen bu askeri müdahalenin unutulmaması temennisiyle, bu yazıyı kaleme almak istiyorum ve bu süreci yeniden tartışmaya açmak istiyorum.
Ordunun Osmanlı-Türk Siyasal Geleneğinde Muteber Konumu
Post-modern darbeyi ele almadan önce, Osmanlı-Türk siyasal tarihinde asker-sivil ilişkilerinin tarihsel arka planına ışık tutmak önemlidir. Osmanlı-Türk tarihinde Batılılaşma veya kimi çevrelerce ‘modernleşme’ denilen süreç, askerin siyaset kurumuna yapmış olduğu doğrudan veya dolaylı müdahalelerle maluldür. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde etkin olan ordu, modernleşme hareketlerinin de başlatıldığı ilk kurum olması açısından dikkate değerdir. Bunun yanında, altı çizilmesi gereken bir diğer nokta, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, ordunun, devleti korumaktan ziyade siyaset kurumunu yönlendirmek amacıyla birtakım kalkışmalara imza atmasıdır.
1923’de inşa edilen Cumhuriyet rejiminin hem kurucu, hem de kollayıcı gücü askerler olmuştur. Bu dönemde, ordunun modernist resmi ideolojinin (Kemalizm) taşıyıcısı olduğu dile getirilebilir. Ancak tek parti döneminde gerek kurucu lidere (Büyük Atatürk) duyulan büyük saygı, gerekse de yapılan yerinde siyasal düzenlemeler sayesinde (İsmet İnönü döneminde Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması) sivil siyasi otoritenin kontrolüne giren ordu, çok partili siyasal yaşama geçiş ile birlikte yine siyasi retoriklere ve girişimlere imza atmaya başlamıştır.
27 Mayıs 1960 Darbesi
Tek parti döneminde kısmen siyaset sınıfına tabi olan ordu, çok partili yaşama geçiş ile birlikte (1950) yeniden siyasi arenaya müdahil olmuşlardır. Bu nedenle, kanaatime ve okumalarıma göre, Cumhuriyet’in ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin nedenleri sosyal veya iktisadi değil, politiktir. Demokrat Parti’nin ve Başbakan Adnan Menderes’in giderek otoriterleşen siyasal icraat ve eylemleri de, kuşkusuz, askerin siyasallaşmasını daha da hızlandırmıştır. Ayrıca Silahlı Kuvvetlerin yönetime ilk müdahalesi olan 1960 Darbesi’nin gerçekleşmesinde başat rolü üniversitelerin de oynadığı bilinmektedir. Bu müdahale, Türkiye’deki kriz ortamlarının askeri bürokrasinin özerkliğini hem beslediğini, hem de siyasetteki işlevselliğini pekiştirdiğini göstermektedir.
12 Mart 1971 Muhtırası
Öte yandan, bir diğer askeri müdahale ise 1971’de (12 Mart) vuku bulmuştur. Ancak bu askeri müdahale, öncekinden farklı olarak, dolaylı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Bu müdahalede, ordu yönetime el koymaktan ziyade, yönetime bir muhtıra sunmuştur. Muhtıra öncesi toplumsal polarizasyonun had safhada olduğu, üniversitelerin işlevini yitirdiği bir dönem hakimdi. Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Nizam Partisi ise Kemalist ideolojiye karşı tavır almaktaydı. Başbakan Süleyman Demirel ise, artık siyaset sahnesindeki yetkinliğini kısmen kaybetmişti. 12 Mart 1971’deki müdahaleyi, dönemin aydınlarından önemli bir bölümü, tıpkı 27 Mayıs müdahalesi gibi sağ cenaha yapılmış bir müdahale olarak değerlendirmişlerdir. 1971 müdahalesi sonrası 1961 anayasasının getirdiği özgürlükler de budanmıştır.
12 Eylül 1980 Darbesi
12 Eylül 1980 askeri darbesine giden süreci kısaca ele alacak olursak; darbeye kapı aralayan dönemde çok sayıda hükümet kurulduğunu, bunun da siyasi istikrarsızlığa zemin hazırladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun yanı sıra, artan sokak eylemleri ve üniversitelerde baş gösteren şiddet olayları da kriz ortamını güçlendirmekteydi. Tüm bunlara ek olarak, ekonomik istikrarsızlık ve karaborsaya düşen temel ihtiyaç ürünleri var olan krizi daha da tetiklemekteydi. 12 Eylül müdahalesi (1980), böylesi bir atmosferde vuku bulmuştu… Darbeden sonra anayasa askıya alındı, tüm siyasi partiler kapatıldı, sendikalar ve meslek örgütleri kapatıldı. 12 Eylül’ün devletin tüm katmanlarını militerleştirdiğini ve askeri özerkliği adeta mutlak hale getirdiğini söyleyebiliriz. Bu darbede de, önceki müdahalelerde olduğu gibi, resmi ideoloji (Kemalizm) askeri bürokrasinin siyasal sisteme müdahil olmasının meşru dayanağı olarak gösterilmiştir. Askeri rejim süresince medya da baskı altına alınmıştır. Nitekim bu doğrultuda birçok gazete kapatılmıştır. Hatta birçok kitap yakılmış ve film yasaklanmıştır.
12 Eylül rejiminin benimsediği ‘Türk-İslam Sentezi’ne eğilmek, asli inceleme konumuz olan 28 Şubat Süreci’nin ele alınması açısından önem arz etmektedir. Türk-İslam Sentezi doktrini çerçevesinde, milliyetçi-muhafazakar çevreler önemli rol oynamışlardır. Bu çevreler, Aydınlar Ocağı etrafında örgütlenmişler ve kimilerine göre dinin siyasallaşmasında rol oynamışlardır. Öte yandan, darbeden sonra oluşturulan 1982 Anayasası’nın, dönemin Türk siyasal yaşamının başat parametrelerinden olan ordunun özerkliğini perçinlediği bilinmektedir. 1982 Anayasası, Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) anayasal bir kurum olarak tanımıştır.
28 Şubat Sürecine Giden Dönem
1983’de ara rejim sona ermiş ve Turgut Özal’lı yıllar başlamıştır. Ekonominin ve buna bağlı olarak toplumsal yapının yeniden düzenlendiği bir dönem olması açısından, bu yıllar, 28 Şubat Süreci’ne kapı aralayan gelişmelere ışık tutması açısından da önem arz etmektedir. Özellikle 24 Ocak ekonomik kararlarını ele almak ve bu dönemi iyi okumak, 1990’lardaki toplumsal ve siyasal düzeni anlamak açısından önemlidir. Zira ‘Post-Modern Darbe’ olarak adlandırılan 28 Şubat Süreci, Özal’lı yılların analizi olmadan anlaşılmayacaktır. Özal döneminde, Türkiye ekonomisi dışa açılarak serbest ekonomik politikalara kapı açılmıştır. Özal döneminde ekonomide minimal devlet savunulurken, Anadolu Burjuvazisi’nin palazlandığı da bilinmektedir. Yine bu yıllarda, Özal’ın, devletin dini kontrol etmesinin de minimize edilmesi gerektiğini savunduğu bilinmektedir. Bu yıllardaki ekonomik dönüşüm, toplumdaki İslami canlanışı da tetiklemiştir. Nitekim 1980’lerin başlarında, İmam Hatip Okulları ve Kuran kurslarının sayısında bir artış gözlenmiştir.
1980’lerin sonunda kamu kuruluşlarında ve özellikle üniversitelerde türban yasağı üzerinde yoğunlaşan laiklik tartışmaları çerçevesinde, Anavatan Partisi’nin (ANAP) türbana izin veren bir yasa çıkardığı, ancak bu yasanın iptal edildiği bilinmektedir. Bu iptal, 28 Şubat Süreci’nde de askerin hassas olduğu konular arasında türban meselesinin önemini göstermesi açısından dikkate değerdir. Ayrıca radyo ve televizyon alanında devlet tekelinin kırılması ile türban meselesinin kolayca ve sıklıkla toplumun her kesimine ulaştığı bilinmektedir.
28 Şubat 1997 Süreci
Özal dönemindeki ekonomik dönüşüm, 1982 Anayasasının otoriter çerçevesi sebebiyle siyasal alana tam olarak yansıyamamış ve kimlik politikalarının yükselmesine sebep olarak temsil krizine yol açmıştır. Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi’nin 1995 genel seçimlerindeki galibiyetinin bir sebebi de budur. Ayrıca kırsaldan kentlere göçün artması da bu galibiyette önemli bir yere sahiptir. RP ve Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyonundan oluşan 54. Hükümet, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında 1996’da göreve başlamıştır. Erbakan’ın Başbakan olduğu günlerin başından itibaren yapmış olduğu kimi icraatlar, askeri bürokrasinin ve Kemalist çevrelerin tepkisini çekmiştir. İran ve Libya gezileri buna örnek olarak gösterilebilir. Bu gezilerin ardından, ne yazık ki ülkedeki kutuplaşma ve gerilimin arttığı söylenebilir. Erbakan’ın D-8 vizyonunun da Batı’da ve T.C. Dış İşleri’nde endişelere neden olduğu iddia edilebilir.
Erbakan’ın Libya gezisinde yaşanan skandallar müdahale sürecine dayanak olmuştur
28 Şubat Süreci’ne giden yolun çok boyutlu olarak ele alınması gereken bir süreç olduğu öne sürülebilir. Bu sürece zemin hazırlayan faktörlerin başında tarihten bugüne resmi ideolojinin taşıyıcısı olan ordu tarafından RP’nin demokrasiye ve laikliğe inanmadığı savı ileri sürülebilir. Buna ek olarak, medyada RP’nin rejime tehdit olabileceği haberleri de artmıştır. 28 Şubat tarihli MGK toplantısında alınan kararlardan[1] önce vuku bulan bir diğer önemli gelişme Fadime Şahin Olayı’dır. Bir ihbar üzerine bir eve baskın düzenlenmiş ve medyada bu olay günlerce gündemden düşmemiştir. Bu olay sonrası dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e askerlerce bir brifing verildiği bilinmektedir. Post-Modern Darbe yolunda krizin tırmanmasına kapı aralayan bir diğer önemli gelişme de Kudüs Gecesi’dir. RP’li Ankara-Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın işgal altındaki Kudüs’ü anmak için hazırlamış olduğu anma gecesi, asker ve sivil bürokrasiden hayli tepki çekmiştir. Bu olaydan sonra, Orgeneral Çevik Bir, verdiği mülakatta, Silahlı Kuvvetler olarak anti-laik akımları yok etmekle görevli olduklarını beyan etmiştir. Tarihi MGK toplantısından önce vuku bulan diğer önemli gelişmelerden birisi de, Ramazan ayı dolayısıyla mesai saatlerinde düzenlemeye gidilmesidir. Bu gelişme de laiklik tartışmalarını körüklemiş ve medyada önemli derecede yer bulmuştur. Laiklik tartışmalarını körükleyen bir diğer önemli gelişme de Erbakan’ın Başbakanlık Konutu’nda cemaat ve tarikat liderlerine verdiği iftar yemeği olmuştur.
28 Şubat Süreci’nde Refahyol Hükümeti’nin düşmesinden önce “sivil” toplum kuruluşlarının da ordunun yanında rol aldıkları bilinmektedir. Hatta bir üst düzey asker, “Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletsin!” diyerek bu süreçte medya ve STK’lara biçilen role dikkat çekmiştir. Öte yandan, 28 Şubat Süreci’nde Silahlı Kuvvetler’in kamuoyundan destek almak için brifingler düzenlediği ve yargı, STK’lar ve medyaya brifingler verdiği bilinmektedir. Bu brifinglerde Siyasal İslam akımı “irtica” olarak tanımlanmış ve “iç tehdit” olarak gösterilmiştir. Yine bu süreçte, irtica ile mücadele için Batı Çalışma Grubu (BÇG) kurulduğu bilinmektedir. Bu süreçte kimi askerlerce 28 Şubat’ın gerekirse “bin yıl süreceği” iddia edilmiştir. Bu iddia, 28 Şubat Süreci’nin Türk siyasal tarihinin kilometre taşlarından biri olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır. Bu dönemde, ayrıca Türkiye’nin karşılaştığı en önemli sorunlardan birinin, asker ile kamuoyunun medya aracılığıyla doğrudan bir temas haline girmesi ve askeri müdahalenin ve ordunun özerkliğinin doğal ve sıradan olarak görülmesi olduğu dile getirilebilir.
Bu sürecin Türkiye’yi siyasal olarak derinden etkilediğinin bir örneği de seçim sonuçlarının gösterdiği üzere geniş bir sosyolojik tabana hitap eden RP’nin kapatılması ve laikliğin bir yaşam tarzı olduğunun bir kez daha vurgulanmasıdır. Bilinmektedir ki, bu süreç, Türkiye’yi yalnız siyasal değil, eğitsel yönden de etkilemiştir. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmiştir. Bu geçişin de laiklik ilkesi temelli bir icraat olduğu söylenebilir. Bunlara ek olarak, yine bu süreçte türbanlı öğrenciler okullardan atılmış ve ikna odaları kurulup başlarını açmaları için psikolojik baskılara maruz bırakılmışlardır. Bu süreçte birçok kamu personelinin de işten atıldığı bilinmektedir. Kısacası, bu süreçte, birçok hak mağduriyetine tanık olunmuştur.
Sonuç
Sonuç olarak, bilinmektedir ki, toplarla ve tankla yapılmasa da, bu müdahale ile askeri bürokrasi bir kez daha politik arenada söz sahibi olabileceğini göstermiş ve medya kanalıyla bunu maalesef normalize etmeyi başarmıştır. Türk demokrasisinin bir daha böylesi yaralar almaması açısından, gerek siyasal elitler, gerekse de STK’lar ve medya daha bilinçli olmalı ve demokrasinin devamlı gelişmekte olan bir kültür olduğunu unutmamalıdırlar. Bu noktada elbette bir eleştiri de sivil siyasetçilere yapılabilir. Zira onlar da, devletin hassasiyetlerini kışkırtmak/provoke etmek yerine, devleti halkla birlikte ve demokratik dönüşüm yoluyla değiştirmeyi denemelidirler. Bu noktada da, kuşkusuz, laikliğin ortadan kaldırılması kırmızı-çizgi kabul edilmeli, ancak bireysel özgürlüklerin korunması konusuna da özen gösterilmelidir. Ayrıca 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim gibi gerekli ve faydalı bir reformun asker zoruyla yapılması da, sivil siyasetçilere iyi bir ders olmalıdır…
Dr. Begüm BURAK
[1] 28 Şubat Kararları için bakınız; http://bianet.org/bianet/kategori/8236-28-subat-kararlari, Erişim Tarihi: 20.11.2016.
One Comment »