YA BAĞDAT DÜŞERSE?

upa-admin 11 Haziran 2014 2.181 Okunma 0
YA BAĞDAT DÜŞERSE?

Ortadoğu’da herhangi bir konuda ele aldığınız yazı, daha mürekkebi kurumadan yeni gelişmelerle daha fazla anlam kazanabiliyor ya da kadük hale gelebiliyor. Çok şükür, yazdıklarım çerçevesinde “ben dememiş miydim” reflekslerim güç kazanıyor, ancak asıl belirleyicinin bilimsel bakış olduğunun rahatlığıyla, yine mütevazı köşeme çekiliyorum.

Irak’ta 25 yıla dayanan bir dönem, belirsizlikleri doğurduğu gibi, 1916 Sykes-Picot ve 1920 San Remo Konferansı’nda Batılı güçlerin çizdiği yapay haritaların test edildiği, yerine yenisinin bir türlü ikame edilemediği bir zincirleme kaos ortamını doğurdu. Her iki körfez savaşından sonra, “yeni dünya düzeni”nin geldiğini ülkemize muştulayan (!) kalemşörler, artık herşeyin farklı olacağını, Fukuyama’nın “tarih bitti” tespitinde olduğu üzere, yeni bir tarih okumasının geliştirilmesi gerektiğini, işaret parmaklarını sallayarak ifade etmişlerdi. 10 Haziran 2014 itibarıyla, Irak ve Ortadoğu’da, Musul’un IŞİD’in eline geçmesiyle “bölge tarihinde” dönüm noktası yaşandığını ileri sürenler, Kerkük’ün batı bölgelerinin ve Bağdat’a 150 km uzaklıktaki Tikrit’in IŞİD saldırılarına uğradığını görünce afalladılar. Herkes, karnından konuşarak şunu ima etmeye başladı. “Acaba sıra Bağdat’ta mı?” Ya da başlığımıza konu olan ifadeyle, “Ya Bağdat düşerse…”

Oysa, 1990-1991 sürecinde, “yeni dünya düzeni” zemininde, herşey farklı gösteriliyordu. 2003’teki II. Körfez Savaşı sonrasında ise, ABD’nin Irak’ı konvansiyonel işgaliyle, adeta ABD’li general Macarthur’un Japonya’ya II.Dünya Savaşı sonrası vesayetine gönderme yapılıyordu. Buna göre, 2005 Irak anayasasındaki ifadesiyle, İslami, federal, demokratik bir Irak ortaya çıkıyordu. Bir başka açıdan bakıldığında, İslami sözcüğünün İslamcılık olmadığı, demokrasi ve temel haklara yapılan atıflarla, anayasada ifade edilen tek bölgesel yönetim olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin “seküler ve federal bir özerk yönetim” modeliyle, diğer Sünni ve Şii Arap bölgelerle bir “denge oluşturulduğu” yorumlanıyordu. (Mesut Barzani, Kurdistan Is a Model for Iraq“, The Wall Street Journal, November 12, 2008. http://online.wsj.com/article/SB122645258001119425.html)

Irak’ın ABD patentli anayasasında, yasama-yürütme-yargı erklerine sahip bölgeler, iç egemenliğe sahip olurken, sadece Kürdistan Bölgesel Yönetimi oluşturuluyor, diğer bölgelerin oluşumu, zamana bırakılıyordu. Anayasada, salt çoğunluğu seçim sistemi olarak zorlayan yöntemle, Şii Arap ve Sünni Kürtler’den oluşan bir koalisyon oluşturulurken, Osmanlı dönemi, Britanya’nın manda dönemi, krallık dönemi ve BAAS sürecinde, siyasal elit olan Sünni Araplar, yönetim erklerinden dışlanıyor, “yeni Irak”ta azınlık olmanın kaderiyle baş başa kalıyorlardı? (Deniz Tansi, Irak Anayasası Üzerinden Büyük Ortadoğu“, Jeopolitik, Aralık 2005)

2003 sonrası anımsanacak olursa, direniş ağırlıklı olarak Sünni Arap bölgelerden geldi O zamandan beri işlenen Tıkrit-Ramadi ve Felluce arasındaki “Sünni üçgeni”, önceleri Saddam’ın “eski ordusu” ile bağlantılı olarak değerlendirildi. Halbuki zaman içinde, Sünni Arap bölgelerinde, işgale ve diğer unsurlara yönelik artan radikalizm, Vahabi-Selefi anlayışına, El Kaide yapılanmasına olanak sağladı. Siyaseten elde edilemeyen kazanımlar, silah yoluyla ortaya konulmaya başlandı.

Irak İslam Devleti, El Nusra gibi yapılanmalar, “işgal sonrası” dönemde, adını daha çok duyurmaya başladı. Burada iki dönüm noktası vardır. Birincisi Mart 2011’de Suriye’de başlatılan “gecikmiş Arap Baharı”, diğeri de Aralık 2011’de ABD’nin Irak işgalini resmen bitirmesidir. Bu süreçlerde oluşan siyasal-toplumsal boşluk ve kargaşa ortamı, bu örgütlerin, daha sonraki yapılanmalarında belirleyici oldu. Irak İslam Devleti yapılanması, Suriye’deki “iç savaş”ta da rol alınca, kapsama alanını genişletti ve Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)e dönüştü. IŞİD, El Kaide ile olan bağını kestiği gibi; daha sonra gerek El Nusra, gerekse de Suriye’de ÖSO ile çatışmalara girdi, zaman içinde Suriye-Irak hattında bir “Selefi kuşağı” meydana getirdi. En çok  çatıştığı unsur da, Suriye’de Rojava bölgesindeki Kürt unsurların siyasal örgütü ve PKK’nun siyasal uzantısı PYD oldu. Barzani ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile de zaman içinde komşu oldu. IŞİD, aralarındaki ihtilafa rağmen, Irak’ta Barzani-Maliki, Suriye’de ise El Nusra, PYD, ÖSO ve diğer unsurlarla ters düştü.

Türkiye’nin Suriye’deki iç savaşta “müdahil olma” hevesi, muhalif grupların ülkemizden destek aldığı savları, kişiselleştirilen bir zeminde, “Esad karşıtlığı” ile açıklamaya çalışılırken, daha sonra siyasal iktidar El Nusra ve IŞİD’in her ikisini de “terörist” ilan etmek durumunda kaldı. Trajikomik bir rastlantıyla, Türkiye artık IŞİD’le, Suriye-Irak hattında, uzun bir sınıra sahip, komşu olmuştu.

Artık iş işten geçmişti. Suriye-Irak zemini “Afganistanlaşırken”, evlerden ırak, ülkemizin “Pakistanlaşması” riski, yaşanan son süreçlerle ele alındığında, kaygı vericidir. Osmanlı hayaliyle beslenen birtakım siyasalar, Türkiye’nin kendi toprak bütünlüğü ve ulusal birliği açısından, endişe verici durumlara dönüşmüştür. Hatay’dan Hakkari’ye kadar uzanan bir sınırın, düzenli devlet muhataplarını içermemesi, son dönemde Kürt petrolü konusunda Bağdat’ı dışlayan siyasal iktidar açısından da, şapkayı tekrar önüne koyma zamanıdır.

Tekrar başa dönersek, “Bağdat düşerse”, Doğu Akdeniz’den Basra’ya uzanan ve “Ortadoğu’nun kalbi” sayılacak coğrafya, Afganistan-Lübnan karışımı bir uzun erimli istikrarsızlık, kaos ve savaşa mahkum olur. Bölgesel istikrarsızlık, küresel istikrarsızlığı tetikler. Hobbes’un söylediği gibi “herkesin herkesle savaşı” gündeme gelir. O zaman da, bu coğrafya kimseye kalmaz.

IŞİD’e karşı, bölgesel-küresel yüzeyde bir seferberlik zamanıdır. 2005 ve 2010’da Milli Güvenlik Siyaset belgesindeki revizyonlarda, Türkiye’nin “öncelikli tehditleri” içerisine giren El Kaide, 15-20 Kasım 2003’te ülkemizi İstanbul’dan vurmuştu. 11 Haziran 2014’te ise Musul konsolosluğumuzu basıp, diplomatlarımızı rehin aldılar. IŞİD Türkiye’ye savaş açtı.

Türkiye’nin ekonomik ve askeri gücü, bölgede istikrar unsuru olacak bir potansiyeli ifade etse de, IŞİD’in açtığı savaş, dikkat çekicidir. Militan bir örgüt, ülkemize savaş açmıştır. Üstelik, bu bağlamda, ülkemizin içinde “bölücü terör” başta olmak üzere, başka yapılanmalar vardır. Mülteci konumundaki Suriyeliler’in bir bölümü, kriminal işlerin içindedir, terör unsurlarını barındırmaktadır.

Ortadoğu’ya yön verme hayalinin bedeli, bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte, Bağdat’ı korumak kadar, ileride Şam’ın da düşmesini engellemek gerekir. Siyasette ebedi dostluklar ve düşmanlıklar olmaz. Barış, istikrar, demokrasi ve ekonomik kalkınma için “büyük Ortadoğu”ya değil, tüm bölge insanlarının dayanışması ve kardeşliğine gereksinim vardır. Türkiye’nin “laik-demokratik” modeli, modern ekonomi ve ulus anlayışı, bu ihtiyaçlara 91 yıl önce yanıt vermiştir. Yeter ki ders alınsın, kompleksler bir tarafa bırakılsın. Yarın çok geç olmasın…

Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ

Leave A Response »

Time limit is exhausted. Please reload the CAPTCHA.