Prof. Dr. Reşit Emre Kongar (d. 13 Ekim 1941, İstanbul), ünlü bir Toplumbilimi (Sosyoloji) Profesörüdür.[1] Kitapları, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan köşeyazıları, zaman zaman katıldığı ve sunduğu televizyon programları ve renkli kişiliğiyle Türkiye’deki seküler muhalefetin sembol isimlerinden olan Kongar, 15 Ocak 1996’da Federal Almanya Devleti tarafından “Üstün Hizmet Madalyası Büyük Liyakat Haçı”yla, 1 Şubat 1996’da İtalya Devleti “Commandatore Madalyası”yla ve 15 Şubat 1996’da Polonya Devleti “Commandor Nişanı”yla ödüllendirilmiş dünya çapında tanınan bir bilim insanıdır. Türk siyasal tarihi ve toplumunun birçok farklı yönünü eserlerinde inceleyen Kongar’ın en önemli eserlerinden birisi de, Türk Devrimi’ni (Kemalist Devrim) ve Cumhuriyet döneminde Türk toplumunu mercek altına aldığı ve ilk baskısı Remzi Kitabevi tarafından 1999 yılında yapılan 21. Yüzyılda Türkiye[2] adlı kitaptır. Bugüne kadar 25 baskı yapan bu kitap, 725 sayfalık kapsamlı ve oldukça iyi anlaşılır bir eserdir ve Türk Devrimi’ne dair bütün önemli tartışmaları ve konuları içermektedir. Bu yazıda, Kongar’ın bu önemli eseri özetlenecektir.
21. Yüzyılda Türkiye
Osmanlı Birikimi
Prof. Dr. Emre Kongar’a göre; Türkiye Cumhuriyeti, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir ürünü olarak da düşünülebilir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, yaklaşık 100 yıl sonra bile İmparatorluğun kimi niteliklerini yapısında taşımaktadır. Bu nedenle, bugünkü Türkiye’yi ve Türk ulusunu anlamak için Osmanlı İmparatorluğu’nun özelliklerini de iyi bilmek zorundayız.
1071 Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya yerleşen Türkler, daha sonra Anadolu’da Selçuklular ve sonrasında da Osmanlılar olmak üzere iki büyük devlet kurmuştur. Anadolu Selçuklularının çöküşü sırasında Anadolu’da bir düzineden çok beylik vardır. Osmanlı Beyliği, bunlardan yalnızca bir tanesidir. Osman Bey (1258-1324) tarafından yönetilen bu beylik, kuzeybatı Anadolu’da Eskişehir’in kuzeyindeki bir kasaba olan Söğüt civarında kurulmuştu. Beyliğin kuruluş yeri, çökmekte olan 2 İmparatorluğun yani Selçuklu ve Bizanslıların arasındaydı. Bu yer, Osmanlıların Balkanlar’da genişlemesine yol açtı. Osman Bey’in 43 yıl süren iktidarında önemli adımlar atıldı; ancak beyliğin gerçek anlamda bir devlete dönüşmesi Osman’ın oğlu Orhan Bey (1281-1326) döneminde oldu. Bursa’yı alan Orhan Bey, burayı devletin merkezi yaptı. Daha sonra İznik ve İzmit de alındı. Eski bir Bizans merkezi olan İznik’in alınması, Hıristiyan dünyada büyük yankı yaptı ve Müslüman dünyanın Osmanlı Devleti’ne bakışını değiştirdi. Alınan kentlerde uygulanan inanç özgürlüğü politikası, Osmanlı’nın halklar tarafından sevilmesini sağladı. Elbette Osmanlı’nın dini hoşgörüsü sadece hoşgörü ve iyi niyetten kaynaklanmıyordu. Hıristiyanların cizye vergisi sistem açısından son derece önemliydi ve dahası, Hıristiyanların varlığı ve kitlesel olarak Müslümanlığa geçmemesi, onlar devlet memuru olamadıkları için Müslüman tebaanın yerini koruması anlamına geliyordu. Bu nedenle, Osmanlı’nın hoşgörülü olması kendi açısından da faydalı bir politikaydı. Dahası, Osmanlı Devleti, derebeylerine ve haydutlara karşı düzen getiren bir güç olarak halkların desteğini kazanıyordu. Orhan Bey’in oğlu I. Murat (1326-1389) Balkanlar’a ulaştı ve Edirne’yi aldı. Böylece, kent, İmparatorluğun Avrupa kesimindeki merkezi oldu. Murat döneminde Balkanlar Anadolu’dan gelen göçmenler yoluyla Türkleştirildi. I. Murat, Balkanlar’daki Türk egemenliğini üç kez Haçlı benzeri Hıristiyan ordularını yenerek pekiştirdi. Murat’ın oğlu Yıldırım Beyazıt (1360-1403), Anadolu’nun büyük bir kesimini daha Osmanlılara kattı. İstanbul’u dört kez kuşattı, fakat alamadı. Niğbolu’da bir Hıristiyan ordusunu yendi. Anadolu’daki derebeylerini de yenerek merkezi bir devlet kurdu. Fakat 1402 Ankara Savaşı’nda Beyazıt başka bir Türk hükümdarı Timur’a yenildi ve devlet dağılmanın eşiğine geldi. 11 yıl süreyle Beyazıt’ın oğulları taht kavgası yaptılar. Sonunda, 1413 yılında I. Mehmet (1380-1421) kardeşlerini yenerek Osmanlı tahtına oturdu. Fakat bu fetret döneminde (1402-1413), Osmanlı topraklarının üçte biri yitirilmişti ve diğer beylikler de güçlenmişti. I. Mehmet veya Çelebi Mehmet zamanında toparlanan devlet, Mehmet’in oğlu II. Murat (1404-1451) döneminde yeniden güçlendi. Anadolu’da yitirilen topraklar geri alındı, 1444 Varna ve 1448 Kosova’da iki büyük zafer kazanıldı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun ardında, Asya’dan ve özellikle Horasan’dan gelen gazi-dervişlerin inancı yatmaktadır. Müslüman olmayanlara karşı savaşmanın kutsal görevleri olduğuna inanan bu kişiler, izleyicilerini de Bizans topraklarında ilerlemek üzere örgütlüyorlardı. Türkler, Anadolu’ya yerleşirken kimliklerini de korudular. Bir toprak parçası alınır alınmaz, göç yoluyla bölge hemen Türkleştiriliyor ve daha ileri gitmek üzere hazırlık yapılıyordu. Bütün bu etkinliklerin altında, Türklerin devlet kurmadaki ve örgütlenmedeki büyük deneyimler sonucu edindikleri beceriler yatıyordu. Devlet adamlığı üzerine yazılmış önemli bir eser olan Kutadgu Bilig, daha 11. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştı. Osmanlı ailesi, çöken Bizans’ın komşusu ve Selçukluların yönetimi altında yaşayan beyliklerin en eylemlisi olarak, son Türk İmparatorluğunu kurmaya adaydı; geçmişteki bütün Türk ve İslam deneylerinin birikimi, elindeki en güçlü araçtı.
I. Murat’tan sonra Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) başa geçti. Uzun hazırlıklardan sonra, 1453 baharında İstanbul’un kuşatması başlatıldı. Kent 52 gün dayandı, ama sonunda 29 Mayıs 1453’te fethedildi. Fatih Sultan Mehmet, kenti onardı ve Osmanlı’nın başkenti ve merkezi yaptı. İstanbul’un alınması, Osmanlı tarihinde hem batılılaşmanın, hem de İmparatorluk döneminin kesin olarak başlangıcıydı. İstanbul’un fethi sonrası vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’yı öldürten Fatih, vezirlik makamını devşirme kökenli devlet adamlarına açtı. Halil Paşa’nın ve Çandarlı hanedanının yok edilmesi, aslında Sultanlığa Türk aristokrasisinden gelecek tehlikeye karşı başvurulan bir önlemdi. İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınması, aslında bir anlamda Türk Rönesansı’nı simgeler. İstanbul alındıktan sonra, Osmanlılar, Avrupa için büyük tehdit haline geldi. 20 Avrupa ülkesi ile Osmanlılar arasında hemen bir savaş başladı. Fatih Sultan Mehmet, bu arada doğu Türklerinin hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli’nde yendi. Avrupa ülkeleriyle yapılan savaşı da kazandı. Ancak Roma’yı almak için sefere çıkarken zehirlenerek öldürüldü. Fatih Sultan Mehmet, Osmanlılarda Batılılaşmanın öncüsü bir Padişah olmuştur. Bir cihan İmparatorluğu kurma ve “yeni Roma” olma düşüncesiyle gayrimüslimlere olumlu yaklaşmış; Patriği himayesine almış, yönetimdeki İslami pratikleri zayıflatarak akılcılığı ön plana almıştır. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazıt (1450-1512), Osmanlıların İtalya üzerindeki emellerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Kardeşi Cem Sultan’la taht kavgasına girişti ve Cem Sultan, Avrupalıların elinde Osmanlılara karşı bir koz olarak kullanıldı. II. Beyazıt’tan sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim (1470-1520), Doğu Türklerini 1514’te Çaldıran’da yendi. 1516 ve 1517’de iki savaş sonunda Memlukleri ortadan kaldırarak Mısır’ı aldı. Osmanlıların yıkılış dönemlerine doğru Yavuz Sultan Selim’in Müslümanların halifeliğini de üstlenmiş olduğu öne sürüldü. Böylelikle İmparatorluk ayakta tutulmaya çalışılacaktı. Yavuz Sultan Selim, bütün İran’ın Türkleşmesini sağlayamadan 1520 yılında öldü. Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan Süleyman (1495-1566), İmparatorluğun hukuksal temellerini sağlamlaştırdı ve topraklarını genişleterek devleti yükselme döneminin zirvesine taşıdı. Kanuni, 1566 yılına kadar 46 yıl tahtta kaldı. Kanuni zamanında Türk amirali Barbaros Hayrettin (1472-1546) Kuzey Afrika’yı aldı ve Haçlı donanmasını Akdeniz’de önemli bir yenilgiye uğrattı. Bu etkinliklerin sonunda, Akdeniz, adeta bir Osmanlı (Türk) gölü durumuna geldi. Doğu ve Batı Akdeniz arasındaki ticaretin çok eski yıllardan getirdiği ayrıcalıklı (imtiyazlı) ilişkiler, yani kapitülasyonlar, böylece tümüyle Osmanlılar tarafından devir alındı. Akdeniz’in doğusu ile batısı arasındaki bu ticaret bütünlüğü aslında Roma İmparatorluğu’nun mirası idi. Osmanlıların Akdeniz’de kurduğu egemenlik, Avrupalıları Atlantik’e açılmaya yöneltti. Böylece Yeni Dünya’nın sınırsız zenginlikleri Avrupalıların önüne yeni olanaklar serdi. Avrupa ile Hindistan ve öteki Doğu ülkeleri arasındaki ticaret yollarının Osmanlılar tarafından denetimi, Avrupa’yı yeni ticaret yolları bulmaya zorluyordu. Yeni ticaret yollarının keşfi ise Batı’nın saldırganlığını arttırdı. 1536 yılında yapılan anlaşma ile Osmanlılar Fransızlara, Osmanlı toprakları üzerinde birtakım ticaret imtiyazları tanıdılar. Anlaşmanın ardında yatan temel amaç Fransızları Almanlara karşı desteklemekti. Osmanlı’nın gücünün doruğunda verdiği bu kapitülasyonlar, daha sonra İmparatorluğun Batılılar tarafından ekonomik ve mali denetimi için bir araç olarak kullanıldı. Zaman içerisinde bu ayrıcalıklar başka ülkelere de yayıldı ve İmparatorluğun çöküş nedenlerinden biri oldu. Kanuni’nin ölümünden sonra, zaten doğal sınırlarına ulaşmış olan Osmanlı’nın büyümesi durdu. 1699 Karlofça Antlaşması’na kadar, İmparatorluk, bir durgunluk dönemi geçirdi. Karlofça ise, Osmanlıların toprak yitirdikleri ilk antlaşmadır. Bu nedenle, gerileme döneminin başlangıcı olarak kabul edilebilir.
1774 yılında Rusya ile Küçük Kaynarca Antlaşması yapıldı. Antlaşmanın maddelerinden birine göre, Osmanlılar Rusya’yı İmparatorluk içindeki Ortodoksların koruyucusu olarak kabul ediyordu. Böylece, Rusya, Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri kışkırtmak için hukuksal bir dayanak elde etmiş oldu ve bu tarihten sonra Ermeni sorunu yaratılması için elinden gelen her türlü çabayı gösterdi. Tarihsel olarak Ermeni sorununun başlangıcı da bu antlaşma oldu. Yozlaşan toplumsal, ekonomik ve siyasal yapı ile kapitülasyonlara ek olarak Batı’nın teknik ve ekonomik ilerlemesi ve Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan ulusçuluk akımları, İmparatorluğun çöküşünü hızlandırdı. Toplumun bütün kurumlarıyla birlikte Yeniçerilerin de bozulması, gerek toplumsal, gerekse siyasal yaşam üzerinde son derece olumsuz etkiler yaptı. Sonuç olarak, İmparatorluğun ekonomisi giderek Batı’ya bağımlı hale geldi ve bunu siyasal çöküş izledi.
Bütün bu gelişmeler sonunda, devleti ayakta tutmak için reform çabaları başladı. Reform çabaları, 1839 Tanzimat Fermanı’nın çıkarılmasına yol açtı. Bu Ferman, bütün vatandaşlar için yaşam, onur, mülkiyet gibi temel insan haklarının sağlanmasını öngörüyordu. Sonraları ise, Batı ülkeleri tarafından Osmanlı’nın iç işlerine karışmak için kullanılmıştır. Ferman, Batı ülkelerine bu ferman hakkında resmen bilgi verileceğini öngörüyordu. İşte bu hüküm, iç işlerine karışmak için gerekçe olarak kullanıldı. Osmanlı Devleti, bu yıllarda Rusya’ya karşı giriştiği Kırım Savaşı’nı dostları İngiltere, Fransa ve Piyemonte’nin yardımıyla kazandı. 1856’da Paris’te yapılan barış antlaşması, Osmanlılara büyük devlet konumunu geri verdi ve İmparatorluk Avrupa Uyum sistemine dâhil edildi. Fakat bütün bu işlemler için Osmanlı’nın ödediği bedel çok ağır oldu. Kırım Savaşı, Osmanlı üzerindeki Avrupa etkisini arttırdı, dahası tahvil karşılığı borçlanmayı da hızlandırarak İmparatorluğun mali olarak batmasının yolunu açtı. Reform çabalarıyla ortaya çıkan Batılılaşma, zamanla siyasal yaşamda da etkisini gösterdi ve kendisine “Genç Osmanlılar” diyen bir grup genç aydın, 19. yüzyılın ortalarına doğru Anayasacılığı ve meşruti monarşiyi savunmaya başladı. 1876’da Kanun-i Esasi ilan edildi ve Osmanlı yazılı anayasası olan ilk İslam devleti niteliğini kazandı. Fakat tahta çıkan II. Abdülhamit (1842-1918), anayasanın mimarı Mithat Paşa’yı görevden aldı ve sürdü ve kısa sürede meclisi ve anayasayı feshederek istibdadını ilan etti. II. Abdülhamit’in baskı (istibdat) yönetimi tam 30 yıl sürdü. 30 yıl boyunca aydınlar siyasal baskı ve korku içinde yaşadılar. Devlet, İslamcılık, Osmanlıcılık gibi farklı politikaları denemesine rağmen toprak kayıplarına engel olamadı. 1908 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yönetilen bir ayaklanma ile anayasa yeniden yürürlüğe konuldu. 13 Nisan 1909’da bu yeni düzene karşı alaylı subaylar ve bağnaz gruplar ayaklandı (31 Mart Vakası). Buna karşılık, Selanik’ten gelen Hareket Ordusu ayaklanmayı bastırdı ve Abdülhamit’i tahttan indirdi. Bir yıl sonra yapılan değişiklik ile de Padişahın meclisi dağıtma yetkisi sınırlandırıldı. 1913 yılında İTC bir baskın ile hükümeti ele geçirdi (Bab-ı Ali Baskını). Hemen bu darbeyi izleyen günlerde Osmanlı Balkanlar’ı kaybetti. Her ne kadar İTC’nin üç kudretli isminden (Talat-Enver-Cemal Paşalar) olan Enver Edirne’yi kurtarsa da, devlet iç karışıklıklardan zayıf düşmüştü. İttihat ve Terakki Partisi, hızlı bir modernleşme programı uygulamaya sokarak orduyu yeniden güçlendirdi ve yaklaşan savaşa hazır hale getirdi. I. Dünya Savaşı’na koşulların zorlamasıyla Almanya’nın yanında katılan Osmanlı, büyük mücadeleler vermesine rağmen savaşı kaybetti. Çanakkale cephesindeki destansı savunma ise devletin milli ruhunu canlandırdı. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Türkiye yalnızca Orta Anadolu’da birkaç vilayetten oluşan küçük bir devlete mahkûm ediliyor, adeta Türkler Anadolu’dan atılıyor yerine yabancı ülkelerin kontrolünde bir Kürt ve Ermeni devleti kuruluyordu. Çanakkale Savaşı’nın büyük komutanı Mustafa Kemal ise, bu duruma isyan ederek 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı ve milli mücadeleyi başlattı. Mustafa Kemal, büyük dehasıyla yıkılmış bir ülke ve milleti diriltti ve askeri zaferinin (Kurtuluş Savaşı) üzerine çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Mustafa Kemal’in bu başarısı 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması ile taçlandı. 29 Ekim 1923’te 23 Nisan 1920’de kurulmuş olan Ankara Meclisi yani Türkiye Büyük Millet Meclisi, yeni Türk devletini Türkiye Cumhuriyeti diye ilan etti.
Osmanlı Devleti, toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısı 4 gruptan oluşuyordu; askeri (devletli yönetici sınıf ve askerler), ilmiyye (din adamları, ulema), tüccar-zanaatkâr, köylüler. Yönetilen tüccar-zanaatkâr ve köylüler sınıfına reaya da denirdi. Osmanlı’da Padişah mutlak yöneticiydi. Kuramsal olarak yetkisi Allah’tan geliyordu. Uygulama ise kullarının oluşturduğu bürokrasiye dayanıyordu. Bu kullar devlet hizmetinde yetiştirilmek üzere ailelerinden alınan gayrimüslim çocukların eğitilmesi sonucu ortaya çıkan bir gruptu (devşirme sistemi). Özel yetiştirilen bu grubun devlete sadakati esastı. Sistem bürokrasinin başarısı üzerine kuruluydu. Sultan, uyrukları üzerinde tam bir denetime sahipti. Bu denetim, merkezi bürokraside çalışanların yaşamlarını da kapsıyordu. Böylece Padişahın iktidarı güçlü bir merkezi bürokrasiye karşı da korunmuştu. Yeniçerileri de içeren bu merkezi bürokrasi, aslında tımarlar üzerindeki denetimi de sağlıyordu. Tımar sahibi, mülkiyeti devlete yani Sultan’a ait toprağı kullanma hakkına sahipti. Kendi kullandığı toprak üzerinde yaşayan reayadan sorumluydu. Savaş zamanlarında ise, orduya belli sayıda asker vermek zorundaydı. Toprak düzeni Osmanlı sisteminde her şeyin temelindeydi. Toprak düzeni askerlik hizmetinin devamını sağlıyor, merkezi iktidara karşı belirebilecek rakipleri de engelliyordu. Osmanlı’daki tımar sahipleri tımarlarının miras hakkına sahip değildi, yalnızca kullanım hakkına sahipti. Miras ile de yalnızca kullanım hakkı geçebiliyordu. Bu sayede, miri sistem denilen toprak düzeni ile Osmanlı sistemi uzun yıllar ayakta kaldı. Tımar düzeni, aslında askeri-yönetimsel düzenle, toprak düzeni arasındaki bağı oluşturuyordu. Bu düzenler arasındaki ilişki, Osmanlı’ya çok önemli yararlar sağlıyordu. İlk olarak, devlet, tımar sahipleri yoluyla üretimi denetliyordu. İkincisi, tımar sahipleri toprak üzerinde üretimle uğraştıklarından, savaş onlar ve adamları için soyut bir kavram olmaktan çıkıyor, günlük yaşamlarını ilgilendiren somut bir niteliğe kavuşuyordu. Üçüncü olarak, Osmanlılar tımar düzeni yardımıyla İmparatorluğun en uzak köşelerine bile ulaşabiliyordu. Dördüncü olarak, tımar sahibi, merkezi iktidarın bir temsilcisi olmasına karşın, bulunduğu bölgede bir yerlinin ayrıcalıklarına sahipti. Beşinci olarak, tımar düzeni yoluyla ordu, ülke içinde yaygınlaşmıştı. Böylece merkezi iktidarı tehdit etmesi ya da ona karşı ayaklanması zorlaşıyordu. Altıncı olarak da, tımar düzeni orduyu tüketici değil, üretici bir güç durumuna getirmişti. Doğal olarak, düzenin kimi sakıncaları da vardı. Bu sakıncalar, sistemin bozulmaya yüz tutması ile ortaya çıktı. En büyük olasılık, derebeyliğe (feodaliteye) doğru bir gelişmeydi. Gerçekten de zaman zaman merkezi iktidarın gücü ve denetimine karşı çıkmaya çalışan yerel önderlerin (eşraf ve ayan) kökenleri tımar sisteminde bulunabilir. İmparatorluktaki temel çekişme ve çatışma, yönetici sınıfın çeşitli kesimleri arasında ortaya çıkıyordu. Genellikle, merkezi bürokrasinin kul üyeleri ile tımar sahipleri arasında sürekli bir çatışma vardır. Ayrıca tüccarlar güçlü bir sınıf olmaya adaydı. Fakat tarihsel süreçler bunların o dönem içinde etkili bir biçimde ortaya çıkmalarını engellemişti. Öte yandan, sınıf bilinci açısından reaya da bir sınıf niteliğine kavuşamamıştı. Reayanın sınıf bilincine kavuşmasını engelleyen en önemli neden, tımar sahiplerinin Padişaha karşı ayaklanmayı da içeren bir biçimde hemen her konuda reayaya önderlik etmesiydi. Reaya ayaklanma için bile bir yöneticinin kendisine önderlik etmesini bekliyordu. Ayrıca toprak üzerinde özel mülkiyet bulunmadığından, sahip olunan toprağa yönelmiş bir tehlike de bir ölçüde yoktu ve bu özellikle de reayanın sınıf bilincine ulaşmasını önlüyordu. Osmanlı toplumunun üretim etkinliklerine bağlı sınıflardan oluşan bir topluma dönüşmesini engelleyen ve sınıf çatışmalarını yönetici sınıfın kendi içinde tutan bir başka öğe de, Osmanlı Devleti’nin iç siyasetiydi. Bu siyaset, devletin toplum yapısını değişmez tutma isteği doğrultusunda biçimlenmişti. Bütün düzen, tarımsal artı ürünün devlet tarafından alınmasını sağlayan geleneksel yolların korunmasına dayalıydı. Bu yüzden de sermaye birikimine yol açabilecek olan her çaba ya da etkinlik hükümet tarafından engellenerek bastırılıyordu. Bu politika ve sınıflaşmanın engellenmesi uzun süre devletin ayakta kalması için olumlu algılandı. Ancak Batı’daki sınıflı toplum çatışma yoluyla da olsa Osmanlı’dan daha hızlı ilerleyebilmişti. İlerleyen yüzyıllarda bu düzen de bozulmaya başlamış, iltizam usulü ile toprak üzerinde özel mülkiyet hakkı yaygınlaşmaya başlamıştır. Mültezim denilen iltizam sahibi zamanla Avrupa derebeylerine benzeyen bir yapıya büründü. Oysa klasik Osmanlı sistemi Avrupa feodalizminden oldukça farklıydı. İlk olarak güçlü merkezi iktidarın varlığı, Avrupa ile Osmanlı düzeni arasındaki temel farktı. Siyasal denetime ek olarak, Osmanlı devleti üretim ve dağıtımı da son derece yakından denetlerdi. Yerel yönetimin bütün sorumlularını atamak ve onları görevden almak Padişahın mutlak yetkileri arasındaydı. Bu yetki, merkezi iktidarın tımar sahipleri üzerindeki kesin denetimini sağlıyordu. Öte yandan tımar sahibi sipahi, toprağın yalnızca kullanılma hakkına sahipti. Mülkiyet devletindi. Tımar sahibi tımarı üç yıl üst üste ekmezse, tımar ondan alınır ve bir başkasına verilirdi. Sipahi’nin savaş zamanı gerekli sayıda atlı asker sağlamaması da elinden tımarın alınması için yeterli bir nedendi. Reaya da ortaçağlarda Avrupa’da görülen köleden çok daha farklıydı. Osmanlı’da reaya sipahinin ya da tımar sahibinin kölesi değildi. Yalnızca toprağa bağlı idi. Kimi haklarını korumak için tımar sahibine karşı Kadı’ya başvurabilirdi. Öte yandan, sipahinin tımarı bırakıp giden reayayı geri getirme ya da belli bir vergi ödetme hakkı, aslında merkezi iktidarın gelirini güvence altına almak için başvurulan bir önlemdi. Ayrıca tımar Batı Avrupa derebeyliğinde görüldüğü gibi kapalı bir yönetimsel ve mali birim de değildi. Devletin toplamakla sorumlu olduğu vergilerin alınması için vergi memurlarına açıktı. Görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti reayayı yalnızca sipahinin acımasına bırakmamıştı ve sorumluluğu içerisine almıştı. Feodalite ile Osmanlı düzeni arasındaki tüm bu farklılıkların ardında ise, Osmanlı’nın nüfusu yeterli olduğu için, emeğe el koyma gereksiniminin duyulmamış olması yatmaktadır.
Osmanlı devlet yapısı, İslam dini ile de destekleniyordu. İslam dini gerek toplumsal, gerekse bireysel yaşamı etkisi altına almıştı. Kuran’a dayalı şeriat bütün yaşama egemendi. Şeriat birey ile toplum arasındaki ilişkileri oldukça gelişmiş bir biçimde saptamıştı. İslam dininde kurumsal bir yapı yoktur. Bu nedenle Osmanlı’da bir ruhban sınıfından söz edilemez. Osmanlılarda din âlimlerine ulema adı veriliyordu. Bunlar merkezi bürokraside ve sistemde önemli bir rol oynamasına karşın Avrupa’daki gibi bağımsız bir sınıf oluşturmuyordu. Her ne kadar Osmanlı Devleti dine dayalı bir kurumsal yapıya sahip değildiyse de, İslam dini hemen hemen her alanı denetimi altında tutuyordu. Padişahın kendisi bile şeriata bağlıydı. Kuramsal olarak şeriata uymazsa tahttan indirilebilirdi. Ancak uygulamada böyle bir şeyi gerçekleştirme ortamı yoktu ve Padişahların şeriatla çelişen icraatları da olabiliyordu. Osmanlı Padişahları yargı ve yönetim işlevlerini kişiliklerinde birleştirmişlerdi. Halife ve Sultan Padişahların birlikte kullandıkları iki unvandı. Böylece hem dinin, hem de devletin başı oluyorlardı. Şeriatın yanında Padişahın yetkilerinden doğan örfi hukuk da vardı. Yönetim gerekleri örfi hukukun kaynağıydı. Osmanlı’da hükümet başkanı vezir-i azam veya sadrazam idi. Yönetimin her alanında Padişahın temsilcisi olarak yetkiliydi. Devletin kuruluşu sırasında bir tek vezir vardı ama zamanla sayıları arttırıldı. Bunlar önemlerine göre birinci vezir, ikinci vezir, üçüncü vezir diye sıralandılar. Birinci vezir vezir-i azamdı. Divan-ı Hümayun’da bütün vezirler, nişancı, reisülküttap, kadıasker (kazasker) ve defterdar bulunurdu. 1654’te Bab-ı Ali hükümetin merkezi durumuna geldi. Daha sonraları Batılılaşma ile birlikte vezirler nazırlara dönüştü ve 1876 Anayasası ile iki meclisli bir yapı oluşturuldu.
Yerel yönetim de tımar sistemine uygun olarak örgütlenmişti. Yerel örgütlenmenin başı Beylerbeyi idi. Biri Anadolu’da, diğeri Trakya’da olmak üzere iki Beylerbeyi vardı. Sancakbeyi Beylerbeyi’nin altındaydı. Temel yönetim birimi olan sancak Sancakbeyi tarafından yönetilirdi. Sancakbeyi savaş zamanlarında tımar sahiplerinin seferberliğinden sorumluydu. Osmanlı ordusu iki kesimden oluşuyordu; Yeniçeriler ve Sipahiler. Yeniçeriler Osmanlı tarafından oluşturulan ilk paralı ve örgütlü orduydu. Yeniçeriliğin temelinde devşirme sistemi yatıyordu. Ordunun öteki kesimi olan sipahiler tımar düzeni tarafından desteklenirdi. Osmanlıların yönetimsel ve siyasal yapısı tımar sisteminin bozulmasıyla birlikte gerilemeye başlamıştır. Tımar düzeninin bozulmasının gerisinde ise mali sebepler vardır. Mali sıkıntı kaynakları şöyle özetlenebilir;
- İlk olarak, bulunan yeni ticaret yollarının etkisiyle, Akdeniz ticaret yolları, 15. yüzyıldan başlayarak önemini yitirdi.
- Yeni Dünya yani Amerika’dan Avrupa’ya sokulan pek çok altın ve gümüş gibi madenler bir enflasyon yarattı. Fiyatlar son derece yükseldi ve Osmanlı ekonomisi Batı için hammadde ve besin kaynağı üreten bir ucuz pazar haline geldi.
- Avrupa merkantilist dönemden başlayarak sermaye birikimi sağladı. Osmanlı’da ise böyle bir sınıf oluşamadı.
- Bu gelişmeler kapitülasyonların etkisini arttırdı. Osmanlı sömürülmeye başladı.
- Ordunun giderleri çok arttı. Savaş ganimetleri azaldı ve ordu sistem üzerinde bir yük haline geldi.
Bu sorunlara karşı bulunan çözümler ise; ilk olarak sikkenin değerinin düşürülmesi, sonra da tımarın iltizam usulüyle satılmasıydı. Ancak bu durum, hem halkı yoksulluğa ve zulme itti, hem devlet gelirlerini düşürdü, hem de merkezi otoriteyi zayıflattı. Bu gelişmeler sonucunda, 5 tür toprak belirdi. Memluke özel mülkiyet topraklarıydı. Miriyye devlete ait ama kullanma hakkı kişilere ait topraklardı. Mevkufe dinsel ya da insancıl amaçlarla kurulan vakıfların topraklarıydı. Metruke kamu yararı için ayrılmış topraklardı. Mevat ise ölü ve işe yaramayan topraklardı. Bu ortamda Osmanlı sosyal yaşamında 3 temel sınıftan söz edilebilir. Bunlardan ilki, yönetici seçkinler yani Padişah ile merkezi ve yerel bürokrasiydi. İkinci sınıf, ara sınıflar olarak söz edilebilecek olan ayan, eşraf, esnaf ve zanaatkârlardı. Ulema da bu gruba dâhil edilebilirdi; zira bunların bir kısmı toprak sahibi, bir kısmı tüccardı. Üçüncü ve en alt sınıf ise, işçi ve köylü denebilecek olan gruplardı. Yine de Batı’daki gibi sınıfsal çelişkiler net ve sosyal-siyasal yaşamda baskın değildi. Bu nedenle, devrimci ve reformist hareketler yönetici sınıf içerisindeki Batılı eğitim almış yeni nesillerden geliyordu, tabandaki bir sosyal sınıftan değil. Ayrıca Osmanlı’yı Batılılaşmaya iten en önemli neden Batı’nın askeri üstünlüğüydü. Öncelikle Batı’nın teknolojisinin alınmasıyla başlayan modernleşme süreci, Batı kültürü ve yaşam tarzının da etkilerini getirdi. III. Selim’den başlayarak Batı’ya öğrenciler gönderildi ve Batı’dan uzmanlar getirildi. II. Mahmut döneminde çok önemli Batılı eğitim kurumları açıldı ve birçok önemli reform yapıldı (posta sistemi, polis kuvveti, maliye nezareti vs).
Türkiye’de anayasal süreç, 1808 tarihinde ilan edilen Sened-i İttifak ile başlayıp günümüze kadar devam etmektedir. II. Mahmut döneminde, Alemdar Mustafa Paşa tarafından hazırlanan Sened-i İttifak, merkezi otoriteyi taşrada hâkim kılmak için Rumeli ve Anadolu ayanları ile Osmanlı Devleti arasında 29 Eylül 1808’de imzalandı. Osmanlı’da Sened-i İttifak ile Türk tarihinde ilk defa devlet iktidarı sınırlandırıldığından, bu belge Türk tarihinde ilk “anayasal belge” kabul edilmektedir. Sultan Abdülmecit döneminde 3 Kasım 1839 tarihinde Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlanan Tanzimat Fermanı ilan edildi. Bu ferman ile Padişah, fermanda ilan edilen ilkelere ve konulacak kanunlara uyacağına yemin etti. Tanzimat Fermanı, Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımıdır. Gülhane Parkı’nda okunması nedeniyle Gülhane Hatt-ı Hümayunu veya Tanzimat-ı Hayriye de denir.
Tanzimat Fermanının İlan Nedenleri:
– Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa meselesinde Avrupa’nın desteğini almak,
– Avrupa’nın Osmanlı iç işlerine karışmasını önlemek,
– Fransız İhtilali’nin milliyetçilik etkisini azaltmak,
– Gayrimüslimleri devlete bağlamak.
Fermanda yer alan başlıca konular:
– Tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması,
– Yargılamada açıklık (hiç kimse yargılanmadan idam edilemeyecek; hukuk devleti özelliğini yansıtır),
– Vergide adalet,
– Erkeklere dört yıl mecburi askerlik,
– Rüşvetin ortadan kaldırılması,
– Herkesin mal ve mülküne sahip olması, bunu miras olarak bırakabilmesi (Özel mülkiyet güvence altına alındı ve müsadere kaldırıldı).
Bu fermanın ilanında, amaç, iktidarı saraydan alıp bürokrasiye vermek ve devlet yönetiminde merkezileşmeyi sağlamaktı. Fermanda verilen bütün sözlerin tamamen yerine getirilememesine rağmen bu çabalar, çağdaşlaşmaya ve Cumhuriyet fikrine önayak olmuştur.
Islahat Fermanı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökme döneminde, devletin yıkılmaktan kurtarılması için, siyasi kuruluşlar, kişi hakları, yeni kurumların kurulması konularında yapılması düşünülen köklü değişiklikler için Sultan Abdülmecid zamanında çıkartılan fermandır. Islahat Fermanı Tanzimat döneminin devamı olarak nitelendirilebilecek bir değişim olarak da kabul edilebilir. Zaten ferman 1856 Paris Antlaşması metni içerisinde yer almış; antlaşmanın imza aşamasında ise batılı devletler tarafından Rusya’nın Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmasının engellenmesi sonucu yapılan baskı ile ilan edilmek durumunda kalmıştır. 1856 Islahat Fermanı Osmanlı tebaası içerisinde gayrimüslimlere yönelik bir takım hakların verilmesini içermektedir. Avrupalı devletlerin Fransız İhtilali’nin yaymış olduğu milliyetçilik akımlarından etkilenerek Balkanlarda isyanlar çıkarmakta olan gayrimüslim azınlıkları ülkeye bağlamayı amaçlamaktadır ve dolayısıyla amaçlanan hedeflerden biri de Avrupalı devletlerin bunları bahane ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasını önlemektir. Ferman, bir Osmanlı toplumu oluşturmayı amaçlar. Irk, dil, din vs. ayrımı yapmaksızın bir Osmanlı milleti oluşturmayı amaçlar ki 19. yüzyılda devletin kötü gidişatını durdurmak amacıyla ortaya çıkan fikir akımlarından Osmanlıcılık kapsamındadır.
Tanzimat döneminde yetişen ve Genç Osmanlılar olarak bilinen aydın ve yazarlar, Avrupa’dan etkilenerek meşrutiyet yönetimini savunmaya başladılar ve meşrutiyeti ilan ettirmek için Abdülaziz’i tahttan indirerek, yerine II. Abdülhamit’i getirdiler. 1876’da Mithat Paşa’nın hazırladığı Kanun-i Esasi ilan edilerek meşrutiyete geçildi. Kanun-i Esasi, şekli kritere göre bir anayasa olarak kabul edilmektedir. Türk tarihinin ilk anayasası olan ve 11 bölüm ile 119 maddeden oluşan Kanun-i Esasi’nin 113. maddesi gereğince, Padişah olağanüstü durumlarda anayasayı askıya alabilirdi. II. Abdülhamit, 1877 yılında Osmanlı-Rus Savaşını (93 Harbi) neden göstererek anayasayı askıya aldı ve istibdat dönemi başladı. 1908 Devrimi sonucu II. Abdülhamit, 1876 Anayasası’nı tekrar yürürlüğe koydu ve böylece II. Meşrutiyet dönemi başladı. 1909 yılında 31 Mart Vakası’nın meydana gelmesinden sonra tahttan indirilen II. Abdülhamit’ten sonra 1909 yılında anayasada önemli değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklerle 1876 Anayasası, meşruti bir parlamenter monarşi anayasası haline geldi. Osmanlı’daki Batılılaşma çabaları devletin çöküşünü engelleyemedi. Hatta Batılılaşma çabalarının devletin çöküşünü hızlandırdığı da söylenebilir. Ancak modern düşüncenin yayılması konusunda Batılılaşmanın çok önemli faydaları olmuş ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak aydın kadrolar bu dönemde yetişmiştir. Başlarda Batı taklitçiliği ile başlayan süreç, sonunda Batı’ya meydan okuyan ve kendine güvenen bir milletin ortaya çıkmasını sağladı. Bu noktada Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti milli ruhun ortaya çıkışında ve sonrasında Kurtuluş Savaşı’nın verilebilmesinde etkili oldu. Her şeyden önemlisi Mustafa Kemal gibi dahi bir lider bu ortamda yetişti. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e önemli bir miras kaldı. Ancak ekonomik birikim anlamında elde somut bir şey yoktu. Fakat uzun Osmanlı yönetim tecrübesi ve son dönemlerde uygulanan parlamenter sistem siyasal birikim olarak belirtilebilir. Toplumsal ve kültürel olarak güçlü devlet geleneği ve merkez-çevre kopukluğu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan önemli bir unsurdu.
Bağımsızlık Savaşı
I. Dünya Savaşı sırasında Doğu sorunu (Şark meselesi), yani Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı konusu, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasındaki gizli antlaşmalarla çözülmüştür. Yenik Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzaladı. 8 Şubat 1919’da Fransız birlikleri İstanbul’a, 15 Mayıs’ta da İngiltere ve Fransa tarafından desteklenen Yunan birlikleri İzmir’e çıktılar. I. Dünya Savaşı’nı kazanan ülkelerle Padişah hükümeti arasında 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması Türklere Orta Anadolu’da küçük bir toprak parçası bırakıyordu. Sevr, esas olarak Türkleri Anadolu’dan sürmeye ve Boğazları uluslararası denetime vermeye yönelikti. Fakat bunu kabul etmeyen Türkler de vardı. Nitekim 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkarak Milli Mücadele’yi başlattı.
1881 Selanik doğumlu olan Mustafa Kemal, 1893’te askeri ortaokula, 1899’da Harbiye’ye girdi. II. Abdülhamit istibdadının hüküm sürdüğü bu yıllarda genç Mustafa Kemal kendini felsefe ve siyaset alanında geliştirdi (özellikle çete savaşı konusunda özgün çalışmaları vardı) ve Abdülhamit karşıtı bazı siyasal örgütlenmelere katıldı. Harbiye’den sonra kurmay subay olmak için eğitimini akademide sürdürdü. O dönemki birçok subay gibi genç Mustafa Kemal de çökmekte olan devleti kurtarma ve ülkesine hizmet etme arzusundaydı. Orduya katıldıktan sonra da gizli siyasal etkinliklerini sürdüren Mustafa Kemal, Abdülhamit’in polisi tarafından yakalandı ve ceza olarak Suriye’ye sürüldü. Suriye’de Vatan Hürriyet Cemiyeti’ni kurdu. Bütün devrimci örgütlerin toplandığı Selanik’te de bu cemiyetin bir şubesi açıldı. Sonraları bu örgüt İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleştirildi. 1907 yılında kıdemli yüzbaşı oldu. 1908’de Genç Türk devrimi gerçekleşince Mustafa Kemal anayasanın toplumsal yeniliklerle desteklenmesini ve ordunun politize edilmesinin engellenmesi bekledi. Ancak İTC önderleri de bu genç bu yetenekli subaydan çekiniyorlardı. Özellikle o dönemin büyük kahramanı Enver Paşa ile Mustafa Kemal arasında ciddi bir rekabet söz konusuydu. Bu nedenle siyasetin dışında kaldı ve kendini askerlik mesleğine adadı. 13 Nisan 1909’da 31 Mart Olayı patlak verdiğinde ayaklanmayı bastırmak için İstanbul’a gönderilen ordunun kurmay başkanlığına atandı. Hareket Ordusu adı verilen bu ordu Yeşilköy’de iken yetişen Enver Paşa, kurmay başkanlığı Mustafa Kemal’den aldı. Bu dönemde Arnavutluk’ta bir isyanı da bastıran Mustafa Kemal bir süre Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı savaştı. Ancak Balkan Savaşı’nın başlamasıyla yurda geri döndü ve Gelibolu’ya atandı. Bu dönemde Gelibolu’yu tanıması ileride Mustafa Kemal’e Çanakkale Savaşı’nda çok yardım edecekti. Balkan Savaşı’ndan sonra 1913 yılında Sofya’ya askeri ataşe olarak gönderildi. 2 yıl Batı medeniyeti ile yakın temas içerisinde yaşadı ve ileride yapacağı kültürel atılımların ilham kaynağını bu dönemde aldı. I. Dünya Savaşı başlayıp Osmanlı Almanya ile birlikte savaşa girince Mustafa Kemal Alman ittifakına karşı çıkmasına karşın, cephede önemli roller almak istedi. 18 Mart 1915’te İngilizlerin Çanakkale’ye saldırısı başladı. Anafartalar Grup Komutanı olarak savaşta büyük başarılar elde eden Mustafa Kemal, Çanakkale zaferinin mimarı oldu. 1916’da Kafkas cephesine gönderildi. Burada da büyük başarılar gösterdi ve Suriye’ye gönderildi. Strateji bakımından General Falkenhein ile anlaşamayarak İstanbul’a geri döndü. İstanbul’da Vahdettin tarafından yaverliğe atandı. Onunla bir Almanya gezisine de katıldı. Hastalığı nedeniyle bir dönem Viyana’da tedavi gördü. 1918’de Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığına atandı. Burada İngilizlerle savaşırken, Bulgaristan Selanik ateşkesini imzalayarak savaştan çekildi. Böylece Osmanlı’nın Avusturya ve Almanya ile kara ulaşımı kesildi. Savaşın sonu artık belli olmuştu. 30 Ekim 1918’de Osmanlılar ile Dünya Savaşı’nı kazanmış olan ülkeler arasında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Böylece Mustafa Kemal güney cephesindeki Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına atandı. Ateşkesten bir süre sonra Mustafa Kemal’e birliklerini dağıtması buyruldu. Orduyu dağıtmak zorunda kalınca İstanbul’a döndü ve ülkeyi kurtarmak için yollar aramaya başladı. Ülkeyi kurtarmak için etkili bir konuma geçmek ve Harbiye Bakanı olmak istedi ama izin verilmedi. Yakın arkadaşlarıyla temaslar yaparak Milli Mücadele’nin fikri temellerini oluşturdu. Kendini bu kutsal göreve hazırlamıştı ve görevin kendisine geleceği anı bekliyordu. Üçüncü Ordu Müfettişi olarak atandığında görevinin başladığını düşünüyordu.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Milli Mücadele’yi başlatan Mustafa Kemal, manda önerilerine sıcak bakmamış ve çöken İmparatorluğun küllerinden yeni ve çağdaş bir Türk devletinin kurulması gerektiğine kanaat getirmiştir. Mustafa Kemal’in eylem yaklaşımı 2 temel düşünce üzerine kurulmuştu; ilk olarak işgalci yabancı güçlere karşı bir halk direnişi örgütlemek, ikinci olarak da Türk milliyetçiliğini canlandırmaktı. Zira tüm etnik unsurlarda milliyetçilik 1800’lerde ortaya çıkmışken, İmparatorluğun kurucusu olan Türklerde milli bilinç ancak 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında ortaya çıkmaya başlamıştı. Fakat ulus-devletler çağı olan 20. yüzyılda Türklerin de kendi devletlerini kurabilmeleri için milli bir bilinç ve kimlik geliştirmeleri gerekiyordu. Mustafa Kemal Samsun’a ayak basar basmaz hiç zaman harcamadan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurmaya başladı. Bu örgütler, onun ulusal direnme eyleminin başına geçmesini istiyordu. Çanakkale kahramanlığı nedeniyle tanınan ve sevilen bir isimdi. Samsun’a varışından bir hafta sonra daha özgürce eylem yapabilmek için küçük bir kasaba olan Havza’ya geçti. Bir iki gün sonra da, Anadolu’daki askeri ve sivil görevlilere gizli bir yazı yollayarak (Havza genelgesi) düşmana karşı her yerde gösteriler düzenlenmesini istedi. Bu sırada İstanbul hükümetinin başkanı Damat Ferit Paşa haber ajanslarına Osmanlı’nın büyük devletlerden birinin mandası altına konmasına karar alındığını bildirdi. Mustafa Kemal, bu karara karşı çıktı. Bunun üzerine, İstanbul hükümeti tarafından geri çağrıldı, ancak bu buyruğa uymayarak Sivas’ta ulusal bir kurultay toplama kararı aldı. Bu gelişmeler üzerine, 23 Haziran 1919’da İstanbul hükümeti tarafından görevden alındı. 8 Temmuz’da bütün askeri görevlerinde ayrıldı ve bir sivil olarak Doğu illeri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum Yürütme Komitesi’nin sorumluluğunu yüklendi. Erzurum Kongresi’nde başkan seçildi ve kongrede alınan önemli kararlar bir bildiri şeklinde yayınlandı. Erzurum’dan sonra Sivas Kongresi’nin toplanması Mustafa Kemal’in dikkatle hazırlanmış planında önemli bir aşamaydı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Sivas Kongresi’nde birleştirildi. Osmanlı hükümetinin ülkeye hıyanet ettiği vurgulanarak bu kongrede Mustafa Kemal başkanlığa seçildi. Sırada milleti temsil eden gerçek bir meclisin kurulması vardı. 23 Nisan 1920’da küçük bir Orta Anadolu kenti olan Ankara’da yeni bir ulusal meclis Anadolu’dan gelen delegelerle açıldı. Meclis’in başkanı seçildi ve vatanseverleri karizmatik kişiliği altında tek bir yapıda birleştirdi. Oysa Meclis’in açılmasını izleyen olaylar hiç umut verici değildi. Padişah ve İstanbul hükümeti tarafından ölüme mahkûm edilmişti. Aynı hükümet Sevr Antlaşması’nı imzalamıştı. Meclis’ten istedikleri anayasal desteği sağladıktan sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşları düzenli ordu kurulması çalışmalarına giriştiler. O güne kadar dağınık ve zayıf bir ordu bulunmaktaydı. Böyle bir ordu ile düşmanı yenme şansı yok denecek kadar azdı. Bu sayede Kuvayi Milliye ordusu kurulmaya başlandı. Ancak aynı dönemde 1915 tehcirinin intikamını almak isteyen Ermeniler doğu illerinden saldırıya geçtiler. Birbirini izleyen çatışmalar sonrası Ankara hükümeti düşmana karşı ilk zaferini kazandı. Ermenilerin isteğiyle 2-3 Aralık 1920’de Gümrü Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın önemi Ankara hükümetinin ilk kez uluslararası bir antlaşma ile tanınıyor olması ve Rusya’ya kaybedilmiş toprakların bir bölümünün geri kazanılmasıydı. Bu antlaşmanın gerçekleşmesinde Çanakkale Savaşı sonrası kurulmuş SSCB ile Ankara hükümetinin geliştirdiği iyi ilişkilerin etkisi vardı. Aynı yıllarda Çerkes Etem olayı da yaşandı. Düzenli ordu kurulmasına sıcak bakmayan çete reisi Çerkes Etem Miralay İsmet İnönü ile karşı karşıya geldi ve çatışmalar sonrası Yunanlıların safına geçti. Miralay İsmet Bey Yunan ordusunu İnönü’de yendi ve 1. İnönü Zaferi’ni kazanmış oldu. Artık yabancı ülkeler de Anadolu devrimcilerinin zafer kazanma şansı olduğunu düşünmeye başlamıştı. 1921’de Milli Mücadele döneminde yürürlükte kalan geçici anayasa ilan edildi. Böylelikle kurulacak yeni devletin hukuksal temelleri de atılıyordu. Milli Ant yani Misak-ı Milli’nin gerçekleştirilmesi Meclis’in öncelikli görevi kabul edildi. Bu dönemde Sakarya nehri boylarında Yunan orduları mağlup edildi. Sakarya Savaşı kaybedilse Sovyetler Anadolu’ya Enver Paşa ve Yeşil Ordu’yu gönderecekti. Ancak artık kudret Mustafa Kemal’deydi. Sakarya başarısı sonrası Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Fransa Misak-ı Milli’yi kabul etti ve Anadolu’dan çekildi. Son askeri eylemin hazırlıkları büyük bir gizlilik içinde tamamlandı ve saldırı 26 Ağustos 1922 tarihinde başladı. 9 Eylül’de Türk orduları İzmir’i kurtardı. Büyük Zafer’den sonra 10 Ekim’de Mudanya Ateşkesi imzalandı. Bu ateşkes, Anadolu ile birlikte Trakya’yı Türk ordularına bırakıyordu. Avrupalı devletler Lozan’da yapılması planlanan barış görüşmelerine İstanbul hükümetinin de katılmasını istediler ancak bu istek Ankara hükümetince geri çevrildi. Bu gelişmeler olurken Mustafa Kemal önceden beri planladığı saltanatın kaldırılmasının zamanının geldiğine kararını verdi. 1 Kasım 1922’de bazı tepkilere rağmen saltanat kaldırıldı ve kurulacak rejimin cumhuriyet olması konusunda önemli bir adım atıldı. Bu sırada Lozan toplantısı başlamıştı. Lord Curzon’un küstah ve kabul edilemez tavır ve önerileri sonrası toplantı kesildi. Curzon yerine Horace Humboldt getirilince tartışmalar yeniden başladı. İsmet Paşa’nın büyük mücadelesi sonucu Lozan Barış Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Sonuç önemli bir zaferdi zira Misak-ı Milli sınırları kurtarılmıştı. Lozan’da görüşmeler sürerken Mustafa Kemal halkçılık ana düşüncesi çerçevesinde yeni devletin ideolojisinin biçimlendirileceği bir siyasal parti kurma çalışmaları yürütüyordu. Yeni Meclis’in 11 Ağustos 1923’te kurulması sonrası 9 Eylül’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kadrolarından oluşan Halk Fırkası (CHP) kuruldu. 29 Ekim 1923 tarihinde beklenen oldu ve Cumhuriyet ilan edildi. Artık sıra yeni ve çağdaş bir devlet ve toplumun kurulması için gerekli devrimlere gelmişti.
Sonuç olarak, Kongar’a göre, Ulusal Bağımsızlık Savaşı, yönetici seçkinler ile güçsüz ara sınıfların gerçekleştirmekte olduğu birliğin ilk adımlarını oluşturuyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun asker ve sivil bürokratlarının Mustafa Kemal safına katılan kimi kesimler, eylem içinde ana güç durumuna gelmiş ve bu arada ayan, eşraf ve ulema ile yakın bir işbirliği gerçekleştirmişlerdi. Mustafa Kemal de bu grupların desteğiyle Milli Mücadele’yi sağlam temellere dayandırmak istemişti. Merkezi iktidar ile yüzyıllar boyu çatışma içinde olan çevresel güçler böylelikle ilk defa merkezle entegre olmaya başladı. Ancak çevresel güçlerin bir kısmı zaman içerisinde Çerkes Etem örneğinde olduğu gibi Mustafa Kemal’le ters düştü. Sonuçta, ortada büyük bir liderlik başarısı ve büyük bir askeri ve siyasi zafer vardı. Ve başarı en çok Mustafa Kemal’indi…
Atatürk Devrimleri
Türkiye’nin düşünsel ve siyasal yaşamında Atatürk Devrimleri adı verilen atılımlar yeni Türk toplumunun temellerini oluşturmuştur. Bu devrimlerin genel nitelikleri, Türk toplumunun çağdaşlaşmasındaki diyalektik sürece ışık tutar. Bu nedenle en başta bu niteliklerin belirlenmesi gerekir. Atatürk devrimlerinin birinci niteliği, devletçi-seçkinci bir grup tarafından geniş halk kitlelerine tepeden inme biçimde uygulanmış olmalarıdır. Bu devletçi-seçkinci grup, Osmanlı geleneğinin bir ürünüydü ve Cumhuriyetin ilk yıllarında ortada görülen tek toplumsal ve siyasal güçtü. Devrimlerin ikinci niteliği Batı tipi bir toplum yaratmaya yönelmiş olmalarıydı. Bir başka deyişle, bu devrimler Batı’da görülen toplum modellerinden esinlenerek uygulamaya konulmuşlardı. Üçüncü nitelikleri, devrimlerin hepsinin aynı zamanda topluma sunulmamış olmasıydı. Dördüncü olarak da bütün devrimlerin temelinde kuramsal açıdan halk egemenliği ilkesinin yatmasıdır.
Atatürk döneminin ortalarına doğru, tüm Kemalist eylem, evrimleri kapsayan bir biçimde Kemalizm ya da Atatürkçülük adı altında bir ideoloji olarak biçimlendi. İdeoloji olarak Kemalizm Cumhuriyet’ten önce yoktu. Cumhuriyet’ten sonra Atatürk’ün eylemlerine göre oluştu ve gelişti. Bu anlamda Kemalizm başarılı uygulamaya dayanan pragmatik bir ideoloji niteliğini taşır. Kemalist ideolojinin bu niteliğinin ardında yatan temel neden, Atatürk İhtilali’nin siyasal zorunluluklardan doğmuş ve dış dünyadan etkilenmiş bir devrim oluşudur. Bir başka deyişle, Kemalist devrim bir sınıfsal devrim özelliği göstermiyordu ve Mustafa Kemal bir sosyal sınıfın ve grubun sözcüsü değildi. Kökeni bakımından Osmanlı dönemindeki yönetici sınıfın bir mensubuydu. Bu nedenle Kemalist Devrim Osmanlı’daki yönetici sınıflarla ara sınıfların işbirliğinde gerçekleşmiş bir bağımsızlık savaşı ve sonrasındaki siyasal, kültürel ve ekonomik reformları anlatmak için kullanılır. Atatürk devrimleri, öteki amaçlarının yanında, Osmanlı’da çok uzun süredir devam eden “kültürel ikilik” sorununa çözüm bulmak istemiştir. Toplumda aydınlarla kitlelerin kullandıkları ortak bir dil ve kültürün olmaması sebebiyle yapılan reformlarla seçkin-halk ikilemi ortadan kaldırıldı. Latin alfabesiyle herkesin kolay bir şekilde okuma-yazma öğrenmesinin yolu açıldı. Salt öykünmeciliğe karşı olan Atatürk, Batı’dan aldığı ileri kurumları milli değerlere dayandırmaya çalıştı ve Türkiye’ye özgün bir model yaratmak istedi. Bunu yaparken bilimsel düşünceyi (pozitivizm) ve toplumsal ihtiyaçları (pragmatizm) ön plana çıkardı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün Batılılaşma çabaları gerici ve tutucu tepkilerle karşılaşmıştı. Osmanlı toplumunun ikili kültürel yapısını pekiştiren bu tepkiler, devletin ve toplumun dinsel ve geleneksel yapısından kaynaklanıyordu. Bazen Padişahın siyasal gücü bile bu tepkileri önlemeye yetmiyor, bu nedenle modernleşme çabaları ite kaka yapılıyor ve sonu hüsran oluyordu. Osmanlı dönemindeki modernleşme çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının bir başka nedeni de, yapılan eylemlerin niteliğiydi. Bu eylemler, gerekli toplumsal, ekonomik ve siyasal temelleri atmadan, Batı kurumlarını, tıpkısıyla aktarmaya çalışıyorlardı. Bu anlamda Batılılaşma çabaları umutsuzdu, çünkü İmparatorlukta bunlar için gerekli geçmiş ve ortam yoktu.
Atatürk’ün Batılılaşmaya ilişkin olarak gerçekleştirdiği eylem iki yönlüdür. Birincisi, toplumun güç dağılımını, dinsel-geleneksel nitelikten çağdaş-demokratik niteliğe aktarmıştır. Halk egemenliği kavramını yeni toplumu yaratmakta temel öğe kullanmıştır. Bu nedenle modern demokratik değerlerin temelini attığı söylenebilir. İkinci olarak, Mustafa Kemal devrimlerini topluma bölük pörçük uygulamalar biçiminde değil, tutarlı bir bütünün anlamlı parçaları olarak sunmuştur. Yaklaşık 10 yıllık bir süreç içinde bütün devrimler yeni bir düzenin ayrılmaz parçaları olarak gerçekleştirilmişlerdir. Atatürk siyasal gücü yalnızca kendi elinde toplamakla yetinmemişti. Aynı zamanda dini ve geleneği, bir siyasal güç kaynağı olarak baskı altına almış ve toplumu bu açıdan yeni devrimlere hazırlamıştır. Bu yaklaşımdan dolayı Atatürkçülük dine karşı bir öğreti olarak haksız bir şekilde damgalanmıştır. Oysaki, Atatürkçülüğün, bir siyasal güç kaynağı olma niteliğini elinden almaktan başka, İslam dini ile bir ilişkisi yoktur. Atatürk Padişah ve geleneksel otoriteyi de ortadan kaldırarak halk egemenliğinin yolunu açtı. Bazı tepkilere rağmen 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. Cumhuriyet’in ilanı da halk egemenliğini perçinleyen bir durumdu. Hilafetin kaldırılması ise bir sonraki adımdı. 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı ve son halife Abdülmecid Efendi gönderildi. Halifeliğin kaldırıldığı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün eğitim kurumları tek ilke çerçevesinde (çağdaş eğitim) birleştirildi. Aynı tarihte çıkan üçüncü bir yasayla da Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmıştı. Aynı yasa Erkanı Harbiye Velaketini de kaldırıyordu. Bu devrimlerle beraber askerler ve din adamları günlük siyaset dışında bırakılmışlardı. Atatürk askeri ve dinsel etkinliklerin siyaset dışı tutulmaları görüşüne yürekten inanmıştı. Bu fikri İTC zamanında beri sürekli olarak savunuyordu. Atatürk dinsel bakanlığı askeri bakanlıkla aynı anda kaldırarak gelen tepkileri de göğüsleyebilmeyi yaşamıştı. Eğitimin ve devletin laikleştirilmesi tek bir adımda aynı anda gerçekleştirilmişti. Atatürk tasarladığı devrimleri uygulamaya konulmasında kararlı ve çabuk eyleme inanırdı. Bu devrimleri takiben, 17 Şubat 1926’da yeni Medeni Yasa Meclis tarafından kabul edildi. Bu yasa İsviçre’den kimi değişiklikler yapılarak aktarılmıştı. Aynı gün, yeni Ticaret, Ceza ve Borçlar yasaları da yürürlüğe girdi. Devletin laikleştirilme eylemi anayasada yapılan değişikliklerle tamamlandı. 2. maddedeki “devletin dini İslam’dır” ibaresi çıkarıldı.
Atatürk, toplumun kültürel niteliklerini ve bu arada genel görünüşünü de değiştirmek istiyordu. Bu yüzden günlük giyim-kuşam alışkanlıklarını etkilemeye kararlıydı. 25 Kasım 1925 tarihinde fesi yasaklayan ve herkesin şapka giymesini zorunlu kılan bir yasa çıkarıldı. En tutucu kentlerden olan Kastamonu’da şapkayı halka bizzat tanıtan Atatürk Türklerin Batı medeniyetinin bir parçası olmasını istiyordu. Kimi devrimler de Batı dünyasına katılmanın zorunlu sonuçları olarak ortaya çıktı. Örneğin, Türkiye’nin çağdaşlaşma atılımı ile çağdaş dünyanın gerekleri, takvim ve saatin değiştirilmesinde çakıştı. Hicri ve Rumi takvimler Batı takvimi ile değiştirildi. Alaturka saat hesabı da 1925’te Batı’nın kullandığı saat düzenine uyduruldu. Hafta sonu dinlenme günü de Cuma’dan Pazar’a alındı. Ayrıca Paşa, Bey, Efendi gibi unvanlar kaldırıldı. Soyadı yasası, Latin harflerinin kabulü, rakamların değiştirilmesi gibi devrimlerle çağdaşlaşma pekiştirildi. Türkiye’de Batılılaşma Atatürk’ün kafasında ulusal gelişme olarak biçimlenmişti. Bu ulusçu yaklaşım dört alanda yapılan devrimlerle çok daha güçlendirilmeye çalışılmıştır. İlk alan Türk dilidir. Arapça ve Farsça sözcüklerle dolu Osmanlıcaya karşı dilin Türkçeleştirilmesi ulusal bütünlüğü sağlamak için önemli bir adımdı. Böylelikle seçkin-halk ikilemi de ortadan kaldırılıyordu. İkinci önemli alan tarihti. Türk tarihinin tam bir incelenmesine girişildi. Türk ulusunun tarihi artık Osmanlı’dan bağımsız olarak araştırılıyordu. Bu amaç için kurulan Türk Tarih Kurumu büyük katkılarla ulusal kimliğin güçlenmesine yardımcı oldu. Ulusal devrimlerin yöneldiği üçüncü alan, ekonomik ve özellikle tarımdı. Ulusal bir ekonomi yaratmak çabalarına, devletin ekonomik etkinlikleri ve ulusal bir burjuvazinin desteklenmesi yoluyla girişildi. Dördüncü alan dış siyasetti. Yeni Türk devleti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan değişik bir dış siyaset izliyordu. Barış ilkesine dayalı ve yabancı ülkelerden çok daha bağımsız bir dış siyaset uygulamasına girişildi.
Atatürk devrimleri uygulamaya dönük bir biçimde sağlam bir kuramsal ya da öğretisel temele oturtulmadan gerçekleştirilmişti. Ancak devrimlerin halk tarafından yeterince benimsenmediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimlerinde görülünce, bir ideolojiye gereksinim duyulduğu fikri ortaya çıktı ve bu ihtiyaçtan dolayı Kemalizm veya Atatürkçülük görüşü yaratıldı. CHP’nin 1927’deki Parti Kurultayı bir ideolojinin biçimlenmesi açısından önemli bir olaydı. Kurultayda, Atatürk, 6 gün süren bir söylev verdi ve yeni bir tüzük kabul edildi. Parti tüzüğü, Cumhuriyetin korunması, dinin siyasetten ayrılması, Türk dilinin ve kültürünün ulusal bütünlüğü sağlayıcı araçlar olarak geliştirilmesi konularında kesin bir tutum belirliyordu. Kemalizm’in bir ideoloji olarak biçimlenmesi CHP’nin 1931’deki 3. kurultayında tamamlandı. Laiklik, devletçilik ve devrimcilik ilkeleri cumhuriyetçilik, ulusçuluk ve halkçılık ilkelerine eklenmişti. Bu altı ok CHP’nin simgesi kabul edildi. Atatürkçü ideoloji Osmanlı İmparatorluğu’nun acılı çöküş yıllarında gelişmeye başlamıştı. Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İTC’nin de Kemalizm’in gelişmesinde önemli rolleri olmuştu. Fakat Atatürkçülük ile Kemalist eylemden önceki Batılılaşma ve çağdaşlaşma arasındaki fark, Cumhuriyetçilikte belirlenir. Padişahı ve geleneksel güç yapısını ortadan kaldırarak, Atatürk başarılı bir devrimci olarak kendi şansını kendi yaratmıştır. Altı Ok’u oluşturan önemli ilkelerden olan milliyetçilik ya da ulusçuluk, İTC döneminde geç ortaya çıkan Türk milliyetçiliğinin Batılı modern ulus devlet kalıplarında yeniden düzenlenmesiydi. Atatürk, büyük ölçüde Ziya Gökalp’in fikirlerinden etkilenmişti. Ancak onun Türkçü fikirlerini yeniden düzenleyerek ulusal devletle sınırlı tutmuş ve yayılmacı amaçlar gütmemiş, dahası kendi içerisindeki farklı etnik gruplara da eşit yurttaşlık temeli sunarak ırkçı ve etnik değil, sivil ve kültürel bir milliyetçilik hedeflemiştir. Dahası Atatürk milliyetçiliğe emperyalizme karşı duruşuyla mazlum milletlere örnek olan anti-emperyalist bir ilkedir. Cumhuriyetçilik ve ulusçuluk birbirini tamamlayan iki ilkeydi. Artık egemenliğin dine ya da geleneksel otoriteye dayalı bir kişi ya da elit gruba verilmesindense, egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesi fikri Atatürk’ün kafasında belirmişti. Bu nedenle yeni Türk devleti bir Cumhuriyet rejimi olmalıydı. Bir diğer önemli ilke olan Halkçılık ise Osmanlı’daki seçkin-halk ikilemini ortadan kaldırarak, kanunlar önünde eşitliği yaratmak istiyor ve buna ek olarak toplumu sınıflara dayalı çatışmacı parçalardan ziyade dayanışma içindeki (solidarizm) farklı meslek gruplarından oluşan bir bütün olarak tasavvur ediyordu. Böylelikle Batı’daki sınıf kavgalarının önüne geçilmesi ve daha eşit bir toplum yaratılması umuluyordu. Devletçilik de bu doğrultuda sermaye birikimi olmayan yeni devletin milli iktisat politikalarıyla hem sermaye, hem de devlet yatırımlarıyla kalkınmasını öngörüyordu. Batı’nın dayattığı liberalizme bir tepki olarak ülkenin kendi kendine yeterliliği ve yerli üreticinin korunması esastı. Atatürk ilkelerinin belki de en önemlisi olan laiklik çağdaş devlet kuramını tamamlayan siyasal, hukuksal ve toplumsal bir ilkeydi. Laiklik de Osmanlı dönemindeki yanlışlara tepki olarak ortaya çıkmıştı. Devlet ile dinin ayrılması bakımından, siyasal bir ilke olmasının ötesinde de özellikleri vardı. Aynı zamanda dinin hukuksal, eğitimsel ve kültürel yaşamdan soyutlanması amacını taşıyordu. Hemen hemen bütün devrimler laiklik ilkesine dayandırılmıştı; eğitimin birleştirilmesi, yeni medeni yasanın kabulü, halifeliğin kaldırılması bunlara örnek gösterilebilir. Laiklik ilkesinin en önemli özelliği egemenliğin kaynağı olarak Tanrı’yı değil halkı kabul etmesiydi. Böylece demokrasinin de temelinde yer alıyordu. Bir başka ilke ise devrimcilik idi. Devrimcilikle hem cumhuriyet devrimlerinin korunması, hem de koşullara koşut olarak devrimin sürekli yenilenmesi amacı güdülüyordu. Bu, Kemalizm’in dinamik ve yenilikçi özelliğiydi.
Siyaset (12 Eylül Öncesi)
Türk siyasal yaşamı sınıfsal ilişkilerin iç içe girdiği, kökleri Osmanlı’ya dayanan, iki karmaşık cephe çizgisine çözümlenebilir. Bunlardan biri devletçi-seçkinci cephe, öteki gelenekçi-liberal cephedir. Devletçi-seçkinci cephe, Batılılaşma düşüncesi ve simgesi çerçevesinde oluşmuştur. İmparatorluğun aydın kesimini de temsil eden merkezi bürokrasi, bu cephenin yaratıcısı ve önderi niteliğini taşır. Bürokrasi, toplumda kendiliğinden oluşan sınıfların desteğinden yoksun olduğu için, bütün yenilikleri devletin gücüne dayanarak gerçekleştirme yolunu seçti. Bürokratlar, Batılılaşma yolundaki devrimleri gerçekleştirmek için, toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamın her düzeyinde devletin işe karışması gerektiğine inanıyordu. Bu cepheyi oluşturanların devletçiliği Osmanlı toplumunda, toplumsal-ekonomik ve siyasal değişmeye önderlik edebilecek güçlü sosyal sınıfların yokluğuna dayalıydı. Öte yandan, seçkincilik yaklaşımının iki temeli vardı. Birinci olarak, Osmanlı bürokrasisi, kendi içinde ve kendisi için bir sınıf olma niteliği kazanmıştı. İkinci olarak, bürokrasinin bu eğilimi boynu eğik büyük kitleler tarafından pekiştiriliyordu. Bürokrasiyi tehdit edecek güçlü sınıfların bulunmayışı, eylemsiz kitlelerin yaptığı pekiştirmeyi çok etkili kılıyordu. Aslında seçkinci yaklaşım, halkı güdülecek bir sürü gibi gören Osmanlı geleneğinin bir uzantısıydı. Devletçi-seçkinci cepheyi oluşturanların Osmanlı dönemindeki genel nitelikleri şöyle özetlenebilir; Birinci olarak bunlar, baskıcı bir tutum içindeydiler. Halktan gelebilecek desteği yok sayıyorlardı. İkinci olarak, Batı tipi bir toplum modeline inanıyorlardı. Batı’dan pek çok düşünce ve kurum almışlardı. Üçüncü olarak, ekonomik etkinlikler kadar, toplumsal ve kültürel yaşamın da devlet tarafından denetlenmesinden yanaydılar. Bu nedenlerle kendilerine devrimci ya da ilerici gibi adlar yakıştırıyorlardı. Bir anlamda Osmanlı’nın çöküşünü ve tarihin akışını hızlandırdılar.
Gelenekçi-liberal cephe, devletçi-seçkinci cepheye bir tepki olarak doğdu. Cephenin liberalizmi, gerek ekonomik, gerekse siyasal eğilimlerini yansıtıyordu. Kişinin hak ve özgürlükleri kısıtlandığı için, devletin baskıcı bir tutumla siyasal yaşamı denetlemesine karşı çıkıyordu. Aynı nedenle devletin ekonomik yaşama karışmasını da istemiyordu. Böylece hem siyasal, hem de ekonomik olarak liberal çizgide belirlenen bir yaklaşım geliştirilmişti. Öte yandan cephenin gelenekçiliği Batılılaşma yönünde topluma baskı ile benimsetilmek istenen yeniliklere karşı bir direniş olarak biçimlenmişti. Bu gelenekçilik aslında Osmanlıların İslam ve derebeyi-benzeri yarı feodal kültürlerinin bir karışımıydı. Cephe, devletçi-seçkinci cepheye karşı bir tepki olarak oluştuğundan, aslında Batı’da çıkışı itibariyle birbirine ters eğilimleri ortaya koyan gelenekçilik ve liberallik gibi iki kavram bu cephenin oluşumunda birlikte gelişti ve genel eğilimi belirledi. Bu cephenin genel nitelikleri de şöyle özetlenebilir; İlk olarak bürokrasinin büyük merkezi gücüne karşılık, bu cephe yönetimin yerinden yönetim (adem-i merkeziyet) ilkesine göre düzenlenmesinden yanaydı. İkinci olarak, kendisinin halkın gerçek temsilcisi olduğunu savunuyordu. Üçüncü olarak, cephe topluma sunulan yenilikleri engellemek için, İslam dinini son derece etkili bir araç olarak kullanıyordu. Böylelikle kendisini hem İslam dininin koruyucusu, hem de Osmanlı geleneğinin sürdürücüsü ilan etmişti.
İki cephenin ortak özellikleri de vardı; Birinci olarak her iki cephe de tutarlı bir ideolojiden yoksundu. İkinci olarak, sağlam bir ekonomik görüşleri ve yaklaşımları yoktu. Üçüncü olarak, her iki cephe de kapsadıkları gruplar bakımından tutarlı değildi. Dördüncü olarak, bu cephelerin ideolojik gelişmeleriyle, ortaya çıkmakta olan yeni toplumsal-ekonomik sınıflara karşı tutumları ve bunlarla ilişkileri tutarlı bir gelişim çizgisine sahip değildi. Beşinci olarak, her iki cephe de birbirine karşı şiddet kullanma eğilimindeydi.
Türk siyasal hayatını da Osmanlı’dan gelen bu 2 cephe belirleyecekti. Osmanlı devrinde bir siyasal parti olarak nitelendirilebilecek ilk siyasal varlık 1865’te kurulan Genç Osmanlılar örgütüydü. Padişahın baskısına karşı mücadele veren Genç Osmanlılar sayesinde 1876’da İkinci Abdülhamit ilk anayasayı yürürlüğe koydu ve Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan açıldı. Bu devletçi-seçkinciler için bir başarıydı. Ancak 1878’de Abdülhamit meclisi kapatınca, siyasal eylemler yeraltına kaydı. Bu uğurda kurulan örgütler arasında en güçlü yapı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) idi. İTC 1908 Devrimi’ni gerçekleştirerek Abdülhamit’i yeniden meclisi toplamaya ve anayasayı yürürlüğe sokmaya zorladı. İTC anayasacılığı her derde deva görüyordu. Ayrıca planlarını gerçekleştirmek için siyasal şiddet unsuru da kullanabiliyorlardı. 1908 seçimlerinde İttihat ve Terakki’nin karşısında yeni kurulan ve sadece İstanbul’da örgütlenen gelenekçi Ahrar Fırkası çıktı. Ancak başarılı olamadı. Aynı dönemde Osmanlı Sosyalist Fırkası da kurulmuş ancak seçimlerde o da başarılı olamamıştı. İTC’nin güçlenmesi karşısında gelenekçi ve gerici dernek ve örgütler de ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan birisi İttihad-ı Muhammedi örgütüydü. 13 Nisan 1909’da 31 Mart Vakası denilen olayda İttihad-ı Muhammedi örgütü dini grupları devlete karşı ayaklandırdı. Batılılaşma ve modernleşmeye karşı olan bu grup, İTC’ni baş düşmanı olarak görüyordu. Ancak ayaklanma kısa sürede bastırıldı ve İTC’nin sistemdeki gücü arttı. Meclis-i Mebusan içerisindeki İTC muhalefeti 1911 yılında örgütlendi. Eski bir İttihatçı olan Albay Sadık, Hizb-i Cedit’i (Yeni Parti) kurdu. Kısa sürede diğer gruplarla birleşen Hizb-i Cedit Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na dönüştü. Yeniden seçimlere giden İTC, bu defa tam anlamıyla özgür olmayan sopalı seçimlerde yine de üstünlüğünü korudu. 1912 yılında subaylar arasında da baskın İTC görüşüne karşıt Halaskar Zabitan adlı bir grup kuruldu. Bu grubun ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın çabalarıyla İTC meclisteki çoğunluğunu kaybetti ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa yönetiminde İttihatçı karşıtı yeni bir hükümet kuruldu. Ancak Balkan Savaşı’nda başarısız olan hükümet düştü ve Kamil Paşa kabinesi kuruldu. Bu kabineden beklenen Balkan Savaşları sonrası hakkaniyetli bir barış antlaşması yapabilmesiydi. Fakat Büyük Devletler (Düvel-i Muazzama) hükümete çok baskı yapıyor ve Edirne’yi de Osmanlı’nın elinden almak istiyordu. Bu ortamda, İTC, Batı’ya meydan okuyan cesur duruşuyla daha fazla sempati yarattı. İktidarı ele geçirmek için Enver Paşa önderliğindeki İttihatçılar Bab-ı Ali’yi bastı (Bab-ı Ali Baskını) ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı öldürerek Kamil Paşa’yı istifaya zorladı. Kamil Paşa’nın yerine İttihatçıların perde arkasından yönlendirdikleri Mahmut Şevket Paşa başa geçti ve Edirne kurtarılarak halkın desteği sağlandı. Gelenekçilerin Mahmut Şevket Paşa’yı öldürmesini fırsat bilen İTC artık kesin hâkimiyetini kurdu ve ülkeyi hızla modernleştirmeye çalıştı. İTC dönemi iki genel düşünce akımı ile belirlenebilir. Bunlardan birincisi Batılılaşma, ikincisi de ulusçuluk ya da milliyetçiliktir. Ancak her iki görüş de tutarlı bir ideoloji potasında eritilememişti. Bölük pörçük olarak Batılılaşma ve ulusçuluğa uygun bazı projeler hayata geçirildi.
İttihatçılığın modernleşmeci ve ulusallaşmayı sağlayan olumlu etkilerinin yanında olumsuz etkileri de vardı. Öncelikle İTC döneminde demokrasi dışı yöntemler (suikast, darbe, korkutma) sıklıkla kullanılıyordu. Gelenekçiler karşısında sadece büyük kentlerdeki okumuş-yazmış kesimden destek gören İTC için bu yöntemler diğer kesimlerin desteğinin alınmasında önemli bir faktördü. İttihatçılığın bu olumsuz yolları Türkiye Cumhuriyeti döneminde de etkisini gösterecektir. İTC döneminin bir diğer olumsuz özelliği ordunun siyasete fazla karışması ve subayların politize olmasıydı. Bu da Cumhuriyet’e etki eden bir faktördü. İttihatçıların yanlışlarını gören Mustafa Kemal, Halk Fırkası’nı aynı yanlışlardan korunmak için kurmuştu. Milli Mücadele döneminde ilk kez merkez ile çevre yani devletçi-seçkinlerle gelenekçi-liberaller arasında bir dayanışma ortaya çıkmış ve bu durum Atatürk liderliğinde olumlu bir sinerji yaratarak milli bağımsızlığın kazanılmasını sağlamıştı. Ancak Milli Mücadele döneminde dahi gelenekçi-liberallerin bir bölümü modernleşmemek için yabancı devletlerle işbirliği yapabilecek kadar olumsuz bir psikolojiye sahipti. Aydın liberallerin bir bölümü de savaştan korkuyor ve manda yönetimini kabul ettirmek istiyorlardı. 23 Nisan 1920’de kurulan TBMM’de de Mustafa Kemal’in Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Meclis Grubu’na karşı gelenekçi-liberal kesimin İkinci Grup adı verilen daha küçük bir grubu vardı. Bu grup, saltanat ve hilafetin kaldırılmasına karşıydı. Bağımsızlık savaşına destek veriyor ancak Batılılaşmaya karşı çıkıyorlardı. Bu dönemde ayrıca Sovyetlerden destek almak için Mustafa Kemal’in isteğiyle kurulan meclis dışında bir Türkiye Komünist Fırkası vardı. Düşman ülkeden tamamen kovulduktan sonra Mustafa Kemal seçimlere gitmeye karar verdi. Yeni seçimlerde Mustafa Kemal karşıtları elendi, zira seçimlere katılacakların listesi Mustafa Kemal tarafından denetleniyordu. Bu mecliste de bazı muhalifler vardı, ancak İkinci Grup’un önceki meclisteki gücü çok azaltılmıştı. Bu meclisle Mustafa Kemal dilediği devrimleri gerçekleştirebilirdi. Ancak eski İttihatçılar ve gelenekçi-liberal kesimlerden oluşan muhalefet ortadan kaybolmadı. Zira Avrupa devrimlerinin aksine Kemalist Devrim ülke içerisinde muhalefete yönelik yaygın bir şiddet ve cezalandırma eylemlerine girişmemişti. İstiklal Mahkemeleri ise daha ziyade devlete karşı isyan eden ya da düşmanla işbirliği yapan ve “hain” olarak görülen gruplara karşı kurulmuştu. Bu ortamda, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Atatürk’ün izniyle 17 Kasım 1924’te Ali Fuat Cebesoy önderliğinde kuruldu. Liberal bir parti olmaya çalışan TCF, yine de gelenekçilerin akın etmesiyle kısa sürede Cumhuriyet’e karşıt bir çizgiye kaydı. 1925 Şubat’ında patlak veren Doğu illerindeki Kürt ayaklanması (Şeyh Said İsyanı) TCF’nın kapatılması için uygun bir ortam yarattı. Böylelikle 3 Haziran 1925’te TCF kapatıldı ve tek partili rejime geçildi. 1925-1930 döneminde Halk Fırkası yönetiminde önemli devrimler yapıldı ve Cumhuriyet rejimi kökleştirilmeye çalışıldı. TCF kapatıldıktan bir yıl sonra ortaya çıkarılan İzmir Suikastı nedeniyle eski İttihatçıların da güçleri kırıldı ve Halk Fırkası tek örgütlü güç olarak bırakıldı. 1930 yılında devrimler büyük ölçüde başarıldıktan sonra, Mustafa Kemal Atatürk yeniden çok partili rejime geçmek istedi. Atatürk’ün yakını Fethi Okyar’ın önderliğinde Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Atatürk iki parti arasında tarafsız davranacağını açıkladı. Halk Fırkası’nın devletçi görüşlerine karşı, SCF’nın liberal bir parti olması bekleniyordu. Ancak devrimler henüz kökleşmemişti ve SCF de kısa sürede rejim karşıtlarının merkezi haline geldi. Bunun üzerine Fethi Okyar Atatürk’ün de görüşlerini alarak partiyi kapatma kararı aldı ve tek parti rejimine dönüldü. Serbest Fırka deneyimi demokrasinin zor bir ideal olduğunu ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin daha farklı bir örgütlenme metodu izlemesi gerektiğini gösterdi. Bu nedenle, devrimler tabana yayılmaya çalışıldı ve bazı radikal uygulamalardan zaman içerisinde vazgeçildi. Patlak veren II. Dünya Savaşı nedeniyle, bu süre daha da uzadı. 1930-1945 döneminden sonra artık çok partili rejime geçilmesinin zamanı gelmişti.
Türkiye’nin çok partili rejime geçmesi, hem iç, hem de dış gelişmelerin bir sonucudur. Atatürk’ün yerine 1938’de Cumhurbaşkanı olan yakın arkadaşı İsmet İnönü, bütün iyi niyet ve yeteneklerine karşın Atatürk derecesinde bir meşruiyete sahip olmadığı için muhalefet bu dönemde güçlendi. II. Dünya Savaşı’nın zor koşulları da bu durumu pekiştirdi. Ancak iktidar-muhalefet geriliminin sonucunda ya daha otoriter bir yönetim kurulacaktı, ya da çok partili ve daha ılımlı bir rejime geçilecekti. İsmet Paşa tercihini Recep Peker’in aksine 2. seçenekten kullandı ve çok partili rejime geçilmesinin kararını aldı. Çok partili rejime geçişin pek çok nedeni vardı. Birincisi belirtildiği gibi İsmet Paşa’nın demokrasi tercihiydi. Ancak bunun yanında, diğer nedenlere bakılırsa; özellikle Batı dünyasının Türkiye’yi içerisine kabul etmek için düzeni demokratikleştirmesini istemesi önemli bir faktördü. Üçüncü olarak, ülkede yükselen muhalefetin zorlaması daha az önemli olmakla beraber etkili bir nedendi. Dördüncü olarak, zamanla ortaya çıkan burjuva sınıfının ve toprak sahibi kesimin daha liberal bir ekonomi talepleri de (toprak reformu ve devletçi ekonomi aleyhtarlığı) bu gelişmeyi zorluyordu. CHP içerisindeki daha liberal İş Bankası grubunun temsilcileri olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan 14 Mayıs 1945’te toprak reformu görüşülürken dörtlü bir önerge vererek (dörtlü takrir) muhalif duruşlarını belli ettiler. Zamanla bu isimler CHP’den ayrıldı ve 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuruldu. Tabii bu durumun olmasında kritik faktör İsmet Paşa’nın rızasıydı. İnönü DP’liler eski CHP’liler olduğu için, onların daha liberal ve daha az devletçi ekonomik ve siyasal duruşlarına karşın, asla devrime ihanet etmeyeceklerini düşünüyordu. Dernekler yasasının değiştirilmesiyle başka siyasal partiler de kurulmaya başlandı. Türkiye Sosyalist Partisi, Millet Partisi ve Milli Kalkınma Partisi (Sanayici Nuri Demirağ’ın kurduğu ilk muhalefet partisiydi) bunlar arasındaydı. 1946 yılında ilk çok partili seçimler yapıldı ancak seçimler tam anlamıyla demokratik bir ortamda gerçekleşmedi. CHP henüz iktidarı teslim etmeye hazır değildi. Yine de, Demokrat Parti, 62 milletvekili çıkararak önemli bir başarıya imza attı. CHP içerisinde Recep Peker grubu çok partili rejime alenen muhalefet ediyor ve yeniden tek partili rejime dönüşü savunuyordu. 12 Temmuz 1947’de İsmet Paşa Celal Bayar’la görüştükten sonra 12 Temmuz Beyannamesi adı verilen ünlü bildirisini yayınladı. Bu bildiride, İnönü, Cumhurbaşkanı olarak tarafsız kalacağını beyan etti ve otoriter eğilimlere karşı DP’yi savundu. Böylelikle Türkiye’de demokrasi açısından önemli bir viraj dönülmüştü. İsmet Paşa’nın bu tavrı sonrası tek partili rejime dönüş çabaları zayıfladı. CHP de Recep Peker ekibini tasfiye ederek demokrasiye daha yatkın hükümetler kurdu. Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay kabinelerinde daha liberal bir politika izlendi ve dini konularda özgürlükler genişletildi.
14 Mayıs 1950 seçimlerine “yeter söz milletin” sloganıyla giren DP seçimlerde büyük bir zafer kazandı. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan, Refik Koraltan Meclis Başkanı oldu. DP devletçi-seçkinler tarafından kurulan ancak gelenekçi-liberalleri sisteme entegre etmek amacındaki bir partiydi. Böylelikle İsmet Paşa diktatörlüğe yakın gücünden kendi isteğiyle vazgeçen ilk dünya lideri olma onurunu yaşadı. ABD ve Batı’nın demokrasi etkisi, toprak ağaları ve yeni filizlenen burjuvazinin baskıları da bu durumu yaratmıştı. DP dönemi büyük umutlarla başladı ancak feci sonuçlanacaktı. DP yönetiminin ilk niteliği sivil ve asker bürokrasi ile aydınlara karşı olumsuz bir tutum sahibi olmasıydı. Gelenekçi-liberal kesimlerin temsilcisi olarak ortaya çıktığı için devletçi-seçkinci kesimlere önyargıyla yaklaşıyor ve kendilerini tek gerçek egemenlik kaynağı olarak görüyorlardı. Bu kesimlerin CHP’ye ve İsmet Paşa’ya yakınlık duyması da bu durumu perçinliyordu. Menderes iktidarının ikinci niteliği siyaseti tek parti döneminde öğrendikleri için gerçek demokratik ilkelere kimi zaman uygun davranışlar gösterememesi ve otoriter eğilimleriydi. Kendisinden farklı düşünene karşı baskılar ve azınlık haklarına saygı göstermemek DP döneminin genel karakterini oluşturuyordu. DP iktidarının üçüncü niteliği Batı dünyası ile ekonomik ve siyasal bütünleşmeye kesin bir inanç beslemesiydi. Bu inanç anti-emperyalist Atatürk döneminden sonra emperyalizmle işbirliği çizgisine kadar gelmişti. DP yönetiminin dördüncü niteliği bazı Atatürk devrimlerine yönelik olumsuz yaklaşımıydı. Menderes başarılı ve başarısız devrimler ayrımı yaparak kimi devrimleri tersine çevirdi ya da törpüledi. Özellikle dinin siyaset ve toplumsal yaşamdaki rolü konusunda Atatürk’ün mirasına uygun hareket edilmedi. DP iktidarının beşinci niteliği halkla çok iyi bütünleşebilmesiydi. Halka özellikle de köylü ve eğitimsiz kesimlere olan kültürel yakınlığı ve tek parti döneminde deyim yerindeyse adam yerine konmayan bu kesimlere yönelik sıcak yaklaşımı nedeniyle DP özellikle kırsalda müthiş bir destek buldu ve DP liderleri efsaneleşti. Menderes iktidarının bütün bu nitelikleri ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal olarak ciddi bir hareketliliğe yol açtı. Ekonomik açıdan devletin kamu yatırımları içindeki yeri pek azaltılmasa da, devlet eliyle özel kesimin desteklenmesi hızlandırıldı ve dönem zenginleri yaratıldı. Yüksek enflasyon ile bu ekonomik ve sınıfsal hareketlilik desteklendi. Böylece sınıfsal oluşumlar hızlandırıldı. Toplumsal açıdan, kırsal alanlara traktör sokularak, buradaki nüfusun yatay hareketliliği özendirildi ve hızlandırıldı. Bu nüfusun kentlere akını sağlanarak, gecekondu adı altında yeni bir fiziksel yerleşim ve gecekondu halkı diye anılan yeni bir toplumsal katman yaratıldı. Bu katman, yani gecekondu halkı, bir süre sonra kendi içinde de farklılaşarak işçi, esnaf ve tüccar gibi farklı sınıflara ayrıştı. Gecekondulaşma olayı beraberinde hem kentsel toprakların yağmalanmasını, hem de kentsel planlamanın rafa kaldırılmasını ve toprak mafyasının ortaya çıkışını getirdi. Bu durum ileride Türkiye’nin başına ciddi bir sıkıntı haline gelecekti. Zira kentin görünümü ve altyapı sorunlarının dışında, bu şekilde kentlere gelen milyonların kent yaşamına adapte olamaması çok ciddi sosyal sorunlara ve dinsel örgütlenmelerin şehirde oluşması ve kültürel ikiliğin derinleşmesi sonucunu doğurdu. Ucuz işgücü olan bu nüfus sosyal sorunların da odağı ve kaynağı oldu. Kültürel açıdan, feodaliteden endüstriyel topluma geçiş aşamasında “iki arada bir derede kalmış gözüken” bu nüfus, arabesk kültür denilen, akıldan çok duyguya, kentten çok kasabaya, endüstriyel değerlerden çok fırsatçılığa dayalı olan ve kendine özgü bir kültür geliştirdi. Bir süre sonra pop kültür anlayışı içinde evrensel ve ulusal etkileşimlere de açılan bu arabesk kültür, 21. yüzyılda da hem günlük yaşamda, hem de sanat ve edebiyatta daha uzun süre kendini hissettirecektir. DP’nin laik ilkelerden ödün verişi ve bir yandan da İmam Hatip Okulları’nı açmaya başlaması, ülkede siyasal İslam’ın devlet desteğiyle gelişmesinin yolunu açtı. Zaman içerisinde arabesk kültür, İmam Hatip okulları, gecekondu yaşamı ve tarikat-cemaat örgütlenmeleri bir bütünlük arz etmeye başladı. İleride Refah Partisi bu yapıdan beslenerek iktidara kadar yürüyecekti. Bu yapı daha sonraları 28 Şubat sürecine ve AKP iktidarının doğuşuna da kaynaklık edecekti. DP iktidarının keyfi ve otoriter uygulamalarına tepki olarak üniversite, basın ve sivil ve askeri bürokraside hoşnutsuzluklar ve tepkiler ortaya çıktı. Tepkiler geliştikçe hükümetin buna karşılığı ise baskı şeklinde oldu. DP’ye oy vermeyen Kırşehir ili ilçe yapıldı, seçim yasası muhalif partilerin haklarını kısıtlayacak şekilde değiştirildi, radyo yayını DP iktidarına ayrıldı, devlet memurlarının güvenceleri kaldırıldı, üniversite özerkliği yok edildi, hükümete muhalif gazeteler kapatıldı ve muhalif gazeteciler hapsedildi. Hatta baskılar o derece arttı ki CHP genel sekreteri tutuklandı ve partinin kapatılması düşünüldü. Bu sırada ekonomik sıkıntılar da artıyordu. Yüksek enflasyon yaşamı zor hale getirmiş, yatırımların çoğu da başarısız olmuştu. DP iktidarının otoriter eğilimlerinden rahatsız olan bazı DP’liler 1955’te Hürriyet Partisi’ni kurdular. Parti kurucularından Fuat Köprülü bile 1957’de partiden ayrıldı. Diğer tüm partiler baskıcı DP’ye karşı seçim ittifakı yapmaya kalkınca seçimler erkene alınarak bu durum engellendi. İsmet Paşa’ya saldırılar bile yapıldı. DP 1957 seçimlerinde giderek artan baskılar ve başarısız politikalar sonucu birinci konumunu korumasına karşın, önemli ölçüde oy kaybetti. Bu durum DP ve Menderes’i daha da otoriterleştirdi. Hükümet eleştirilerin önüne geçmek ve kendisine sempati duyanları mobilize etmek için Vatan Cephesi’ni kurdu. Baskılar giderek artıyor ancak tepkiler de büyüyordu. 28 Nisan 1960’da iktidar Meclis’te bir tahkikat komisyonu kurdu ve CHP ve muhalifleri sindirmek için bu komisyonu bağımsız olması gereken yargının yetkileriyle donattı. Zaten nihai hedefin CHP’yi kapattırmak olduğu söyleniyordu. Bu nedenle yapılan bir sivil darbeydi. Gelenekçi-liberal kanadın bu sivil darbesine karşılık devletçi-seçkinci kesimde de devrim ya da askeri darbe düşüncesi giderek güçlenmeye başladı. Üniversite öğrencilerinin gösterileriyle başlayan süreç, 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar uzanacaktı.
27 Mayıs ihtilali, böyle bir ortamda geniş halk kitlelerinin gösterileri ve buna yaslanan bir grup subayın yaptığı askeri müdahale şeklinde gerçekleşti. İlk gerekçesi, DP’nin demokrasiden kopmasıydı. İkinci gerekçe, DP’nin kendi yandaşlarını kollayarak toplumu bölmesiydi. Üçüncü gerekçe ise, Atatürk devrimlerinden uzaklaşılmasıydı. 27 Mayıs otoriter bir yönetime karşı yapılmıştı, ancak askeri niteliği nedeniyle ileride eleştirilere konu olacaktı. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi de homojen bir grup değildi. İlk grupta gerçek ihtilalciler denebilecek uzun süredir planlama yapan subaylardı (14’ler). Bunlar darbe sonrası otoriter ve devrimci bir programı uygulamaya sokmak ve uzun süre iktidarda kalmak istiyorlardı. İkinci grupta müdahaleci demokratlar denilen demokrasiye inanan ve DP otoriterliğini yok ettikten sonra özgür seçimler yaptırmak isteyen subaylar vardı. Üçüncü grupta ise kararsızlar vardı. İhtilalin başında emekli General Cemal Gürsel geçince, müdahaleci demokratlar güçlendi ve ihtilalciler zayıfladı. Sonuçta 14’ler tasfiye edilecekti. İhtilal sonrası Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Adnan Menderes yargılandı ve asıldı. Birçok kişi ağır cezalara çarptırıldı. Celal Bayar yaşı nedeniyle idamdan kurtuldu. 13 Kasım 1960’da ihtilalci 14 üye Komite’den uzaklaştırıldı ve 6 Ocak 1961’de bir Kurucu Meclis toplandı. Bu meclis, 1961 anayasasını hazırlayacaktı. İhtilalciler DP’ye açık tavır almışken, CHP’ye ve diğer partilere de hiç sıcak yaklaşmıyorlardı. Seçimleri 1961 Ekim’ine kadar erteleyerek CHP’nin erken bir seçim zaferi kazanmasına engel olup, DP kadrolarına toparlanma şansı tanıdılar. Komite’nin bunu yapmasının sebebi CHP yandaşı olarak algılanmamaya gayret göstermeleriydi. Ayrıca genel olarak sivil siyasetçilere büyük bir güvensizlik duyuluyor ve ülkenin geri kalmasından sivil siyaset sorumlu tutuluyordu. MBK önderi Cemal Gürsel’in destekleriyle DP yerine Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi kuruldu. AP’nin başına emekli Genelkurmay başkanı Ragıp Gümüşpala geçti. 9 Temmuz 1961’de yeni anayasa halkoyuna sunuldu ve % 61,5 oyla kabul edildi. 1961 anayasasının 1924 anayasasına göre iki önemli farkı vardı. İlk olarak devrim koşullarının ürünü olan 1924 anayasası ulusal egemenliğe çok önem veriyor, yürütmeye aşırı yetkiler tanıyor ve kuvvetler ayrılığı açısından sınıfta kalıyordu. Oysa 1961 anayasası yürütmenin yasamada da çoğunluk olması durumunda DP’nin son yıllarındaki gibi bir diktatörlük yaşanmaması için gücün özerk kurumlara ve Senato, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlara dağıtılmasını öngördü. İkinci olarak 1924 anayasası ekonomik açıdan daha liberal bir bakışı yansıtıyordu. Oysa 1961 anayasası sosyal devleti getirmiş ve bu konuya büyük önem vermişti. Yeni anayasanın 19 maddesi sosyal haklara ayrılmış, Devlet Planlama Teşkilatı ile hükümetin ekonomik politikalarına bürokrasi de dâhil edilmişti.
15 Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı. Seçim sistemi değiştirildiği için hiçbir parti çoğunluğu sağlayamadı. 26 Ekim’de yeni meclis Cemal Gürsel’i Cumhurbaşkanı seçti. Gürsel İnönü’yü Başbakanlıkla görevlendirdi. CHP-AP koalisyonu 20 Kasım’da kuruldu. Sivil hayata geçilmiş ancak ordu içinde ihtilalin derinleşmesini savunan sesler kesilmemişti. Nitekim Albay Talat Aydemir 1962 ve 1963’te iki kez darbe girişiminde bulundu ancak İsmet Paşa’nın kararlı duruşu karşısında başarısız oldu. İlk seferinde affedilen Aydemir ve Fethi Gürcan, ikinci denemeden sonra asıldılar. CHP-AP koalisyonu eski DP’lilere yönelik af meselesi yüzünden bozuldu. İnönü Başbakanlığında ikinci hükümet CHP-YTP-Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve bağımsızlar arasında 25 Haziran 1962’de kuruldu. İlk 5 yıllık kalkınma planı ve işçi hakları bu hükümet zamanında kabul edildi. Ayrıca DP’lilerin bir kısmına af yasası çıkarıldı. 1962 yerel seçimlerinde YTP ve CKMP oy kaybedip AP çok oy kazanınca hükümet istifa etti. Üçüncü hükümet İsmet Paşa Başbakanlığında bağımsızların katılımı ve YTP’nin dışarıdan desteğiyle kuruldu. Kıbrıs’ta yaşanan sıkıntılar nedeniyle YTP ülkeyi hükümetsiz bırakmamak adına CHP’yi dışarıdan destekleme özverisinde bulunmuştu. Bu dönemde İsmet Paşa’ya ünlü Johnson Mektubu yollandı. Bu hükümet zamanında “ulusal artık” sistemi benimsendi ve böylelikle küçük partilerin de mecliste temsil edilmesinin yolu açıldı. 29 Kasım 1964’te Ragıp Gümüşpala’nın vefatı üzerine başarılı bir bürokrat geçmişi olan genç siyasetçi Süleyman Demirel AP’nin başına geçti. Güçlü muhalefet yapan Demirel sayesinde CHP hükümetinin bütçesi 1965’te reddedildi ve hükümet istifa etti. Yeni hükümet bağımsız senatör Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında gelenekçi-liberal cephenin 4 partisi arasında kuruldu.
Genel seçimler 10 Ekim 1965’te yapıldı ve AP % 52 oyla büyük bir zafer kazandı. CHP % 28’de kalmıştı. AP’nin tek parti iktidarı kuruldu ve Demirel’in altın yılları başladı. 1965 genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi de sürpriz yaparak 14 iskemle kazandı. Artık sosyalizm de (genel başkan Mehmet Ali Aybar’ın deyimiyle “güleryüzlü sosyalizm”) mecliste temsil ediliyordu. Dahası TİP’in muhalefeti nedeniyle CHP dümenini sola kırmak zorunda kalmıştı. Bülent Ecevit’in genel sekreterliğinde parti sosyal demokrat bir dönüşüm geçiriyor ve güçlenen sosyalist soldan da ilgi görmeye başlıyordu. AP lideri Demirel iktidara geldiği ilk günden itibaren 1961 anayasasının devleti yönetmesini imkânsız kıldığını ve yürütme gücünü aşırı paylaştırdığını düşünüyordu. Oysa Soğuk Savaş’ın sert rüzgârlarının estiği ülkede artan öğrenci gösterileri ve sosyalist-sendikal hareketler karşısında Demirel güçlü bir yürütmenin başında olmak istiyordu. Cemal Gürsel’in rahatsızlığı üzerine 28 Mart 1966’da önceki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı oldu. Ordunun siyasetteki rolü Soğuk Savaş koşullarında hayli yüksekti. Devletçi-seçkinlerin sola eğilimi ve giderek çevreden de destek bulması gelenekçi-liberalleri Soğuk Savaş koşullarının da etkisiyle giderek daha fazla endişelendiriyor ve zaman içerisinde sol öğrenci gruplarının yapılan kışkırtmaların da etkisiyle terör olaylarına karışmasına tepki olarak ülkücü ve İslamcı öğrenci grupları ve örgütler ortaya çıkıyordu. Özellikle TİP ve Dev-Genç mensuplarına yönelik saldırılar Anadolu’da yoğunlaşmaya başlıyordu. Bu dönemde sosyalist solda 3 grup ve strateji ön plana çıkıyordu; TİP, Yön ve MDD. 12 Ekim 1969’da genel seçimler yapıldı. Oyu düşmesine rağmen AP ve Demirel iktidarını korudu. AP iktidarı sosyalist sola karşı İslamcı ve aşırı milliyetçi anti-komünist sağa karşı yeterince tedbir almıyor, adeta sağ terörü destekler bir tavır alıyordu. Sol öğrenci hareketleri de giderek masumiyet çizgisinden uzaklaşarak terör örgütü haline geliyordu. Bu anarşi ortamında 12 Mart 1971’de ordu muhtıra yayınladı ve Demirel hükümeti dağıldı. CHP’li Nihat Erim’in Başbakanlığında ordu desteğiyle bir teknokrat hükümeti kuruldu.
Muhtıra öncesinde 9 Mart’ta sol bir cunta son anda engellenmiş, bu sebeple muhtıra solu hedef seçmişti. Öğrencilere yönelik sert tedbirler alındı ve birçok devrimci öğrenci katledildi. Ayrıca anayasa değişiklikleriyle kanun hükmünde kararname getirildi ve hükümet güçlendirilmeye çalışıldı. Temel hak ve özgürlükler de 1961 anayasası ülkeye lüks görüldüğü için kısıtlanmaya başladı. Bu sıralarda Nihat Erim’in Başbakanlığına itiraz eden Ecevit genel sekreterliği bıraktı ve İsmet Paşa’ya muhalefet etmeye başladı. Ecevit’in demokratik duruşu kendisini bir yıldız yapıyordu. Çünkü Demirel ve İnönü muhtıraya karşı boyun eğmişlerdi. Erim kabinesine giren sol eğilimli bakanlar zaman içerisinde uygulanan baskıcı politikalar ve yapılan liberal ekonomik tercihler nedeniyle hükümetten istifa ettiler. Bu bakanların ayrılışı sonrası kurulan ikinci Erim kabinesi de başarılı olamadı ve 17 Nisan 1972’de görevden ayrıldı. Üçüncü geçici kabine Ferit Melen tarafından kuruldu. Bu dönemin en önemli olayı Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiydi. Öncesinde Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanlığını AP ve CHP önledi. Bu dönemde ayrıca Bülent Ecevit İsmet Paşa’yı devirerek CHP Genel Başkanı oldu. CHP artık sosyal demokrat bir partiye dönüşüyordu. Melen’den sonraki kabine ise Naim Talu tarafından kuruldu. Talu kabinesi AP ve CHP’den kopan Cumhuriyetçi Güven Partisi önderliğinde bir koalisyondu. 1973 seçimlerinde Ecevit sınıfsal sosyal demokrat söyleminin ve 12 Mart’a karşı duruşunun ödülünü aldı ve sürpriz bir çıkış yaparak 1. parti oldu. CHP Erbakan’ın MSP’si ile koalisyon yaptı ve iktidara geldi. Hükümet 25 Ocak 1974’te kuruldu. Tutuklu siyasal mahkûmlar için af çıkarıldı, daha adil bir gelir dağılımı için ekonomik düzenlemeler yapıldı. Ancak en önemli olay Kıbrıs Barış Harekatı’ydı. Ancak Erbakan ve Ecevit arasında sürekli sorunlar çıkmaya başladı ve hükümet kısa bir sürede dağıldı. Ecevit seçimlere gidilmesini umarken, AP-MSP-CGP-MHP ve bağımsızlar birleşerek 1. Milliyetçi Cephe hükümetini kurdular. MC döneminde sağ terör adeta patladı ve sokaklar kan gölüne döndü. Kıbrıs sonrası ambargolar nedeniyle ekonomik sorunlar da artıyordu. 1977 seçimlerinde CHP oy patlaması yapmasına karşın tek başına iktidar kuracak çoğunluğa ulaşamadı. İki parti birbirleriyle de koalisyona yanaşmadılar. Sonuçta AP-MSP-MHP 2. Milliyetçi Cephe koalisyonunu kurdular. 2. MC, 1. MC’yi bile aratır ölçüde başarısız oldu ve anarşi artık doruk noktasına sıçradı. Laiklik karşıtı eğilimler ve ırkçı yaklaşımlar da giderek yükseliyordu. Enflasyon da hızla artıyordu. 2. MC bir süre sonra düşürüldü ve Ecevit, bağımsızlar, AP’den ayrılan Demokrat Parti, CGP ve AP’den transfer ettiği bazı vekillerle yeni bir hükümet kurdu. Bu dönemde Güneş Motel’de 11 AP’li vekille (11’ler) transfer pazarlıkları yapılıyordu. Ancak koalisyon uyumlu değildi ve kısa sürede hiçbir sosyal demokrat proje hayata geçirilemeden dağıldı. TÜSİAD da bu dönemde hükümetin düşmesi için gazete ilanları veriyordu. Bu dönemden başlayarak artık ünlü kişilere de suikastlar başladı (Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert). CHP-AP koalisyonuna Demirel bir türlü yanaşmayınca, Demirel sağ partilerin desteğiyle bir azınlık hükümeti kurdu. Ancak ülke iç savaş halindeydi ve artık bir darbe bekleniyordu. Ancak darbe öncesi Demirel hükümeti önemli bir adım attı ve 24 Ocak Kararları adı verilen IMF reçetesini uygulamaya soktu. Bu kararlar Türkiye’nin liberal ekonomik sisteme dönüşmesi ve küresel kapitalizme eklemlenmesi açısından dönüm noktasıydı.
Sonuçta, herkesçe beklenen darbe 12 Eylül 1980’de geldi. 12 Eylül darbesi aşırı sağ ve aşırı sola mensup kişilere acımasızca saldırdı. Tüm siyasal partiler, dernekler, sivil toplum kuruluşları kapatıldı, idamlar oldu, yüz binler hapsedildi, fişlendi. Toplum aşırı kutuplaşmanın ve iç savaşın bedelini totaliter bir rejime maruz kalarak ödüyordu. Bu dönemin yıldızı Özal’dı. Bülent Ulusu kabinesinde Başbakan Yardımcısı olan Özal, daja sonra 1983 seçimlerine de ANAP’la girerek 1. parti oldu ve Başbakanlığa geldi. Bu dönemde uygulanan yanlış ekonomik politikalarla bankerler olayı yaşanmış, Türkiye halkı alenen soyulmuştu. 12 Eylül’den sonra Milli Güvenlik Konseyi kuruldu ve 1982 anayasası hazırlandı. 1982 anayasası çok daha otoriter ve yürütmeyi güçlendiren bir yapıdaydı ve 2 partili sisteme dayanıyordu. Bu partiler ordu destekli HP ve MDP idi. Ancak sonradan Özal’ın ANAP’ına da izin çıktı. 12 Eylül’e giden yolda Türkiye’de şiddetin yaygınlaşmasına neden olan konular şöyle özetlenebilir;
- Dogmatizm,
- Farklı ve karşıt fikirlere paranoyakça yaklaşım,
- Demokrasinin yozlaştırılması,
- Güven bunalımı,
- Sivil siyasete duyulan güvensizlik,
- Değer ve kültür bunalımı,
- Toplumsal denetimin yitirilmesi,
- Siyasal çözümün olacağına dair inançsızlık,
- Tepeden inmeci siyasal gelenek,
- Dış konjonktür ve dış örneklerin özendiriciliği,
- Dış ülkelerin desteği ve Soğuk Savaş koşulları,
- Sosyoekonomik sorunlar,
- Toplumsal psikolojik faktörler,
- Kötü eğitim sisteminin sonuçları,
- Basın yayının olumsuz etkileri.
Siyaset (12 Eylül Sonrası)
12 Eylül 1980 askeri darbesi ile Demirel hükümeti görevden alındı, TBMM lağvedildi, 1961 anayasası rafa kaldırıldı, tüm siyasal partiler, dernek ve sivil toplum kuruluşları kapatıldı, parti liderleri tutuklandı ve yargılandı ve Milli Güvenlik Konseyi’ne dayalı bir geçiş rejimi kuruldu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi, radyodan okunan ilk bildiriye göre: Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun (35. madde) verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. 12 Eylül tarihli 2 numaralı bildiriyle ülke genelinde 13 sıkıyönetim bölgesine 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanmıştır. 7 numaralı bildiriyle siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanmış olduğunu ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin faaliyetlerinin de durdurulmuş olduğunu duyurulmuştur. Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir. Darbe günü Emniyet ve MİT üst düzey yöneticileri Genelkurmay Başkanlığına davet edilmiş ve TRT ile PTT Genel Müdürleriyle beraber tecrit edilmişlerdir. 20 Eylül’de Kenan Evren eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’yu Başbakan olarak görevlendirmiş ve 21 Eylül’de Ulusu’nun sunduğu bakanlar kurulu listesi Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmıştır. Ayrıca YÖK kurulmuş, sol ve sağ görüşlü akademisyen ve devlet memurları işlerinden uzaklaştırılmıştır. Birçok siyasal lider Zincirbozan’da sürgün tutuldu.
1983’te sivil rejime dönülecekti. Evren emekli orgenerallerden Turgut Sunalp ve emekli bürokrat Necdet Calp’a iki parti kurdurdu. Sunalp’in yönettiği Milliyetçi Demokrasi Partisi-MDP merkez sağ ve sağı kapsayan bir parti olarak tasarlanmış, Calp’in başkanı olduğu Halkçı Parti-HP ise sol ve merkez solu kapsayan bir parti olacaktı. Ancak Turgut Özal da yoğun iç ve dış baskılar sonucu 1983 seçimlerinde 4 eğilimi birleştirdiğini iddia ettiği Anavatan Partisi (ANAP) ile seçimlere girdi ve tek sivil gözüken aday olarak seçimleri kazandı. “Güdümlü” MDP ve HP yerine, halk, % 45 oyla “izinli” ANAP’a rey vermişti. Özal 12 Eylül rejiminin baskıcı ortamını kullanarak Türkiye ekonomisini hızla liberalleştirdi, dışarıya açtı ve yapısal değişiklikler yaptı. Enflasyon artık çok ciddi bir sorundu ve ortadirek geçinmekte zorlanıyordu. Toplumun ahlaki değer yapısı bozuluyor, “benim memurum işini bilir” tarzı açıklamalarla rüşvet, yozlaşma ve köşe dönmecilik ilk ağızdan halka tavsiye ediliyordu. Bir yandan da dini cemaatler ve tarikatlar askerin ve Özal’ın çabalarıyla siyasallaştırılıyor ve sola karşı panzehir olarak siyasal İslam güçlendiriliyordu. Özal döneminde sivilleşme yolunda sınırlı da olsa bazı adımlar atıldı ve bazı anayasal değişiklikler yapıldı (oy verme yaşı 21’den 20’ye indi, TBMM üye sayısı 400’den 450’ye çıkarıldı, siyasal yasaklar konusunda referandum yapıldı). Ancak baskı rejimi büyük ölçüde korundu. Bu dönemde Asala’dan sonra PKK da 1984 Eruh baskınıyla tarih sahnesine çıkıyordu. Özal kendine bağlı bir istihbarat birimi kurdu ve Cumhurbaşkanı Evren’in desteğiyle Necdet Öztorun’un yerine Necip Torumtay’ı Genelkurmay Başkanlığı’na atadı. 1987 yılında Özal siyasal rakiplerini kesin olarak pasifize etmek için siyasal yasaklar konusunda referanduma gidilmesini kararlaştırdı. Ancak az bir farkla da olsa halk yasakların kalkmasını savundu ve birçok eski siyasetçi yeniden siyaset sahnesine döndü. 1987 seçimlerine Özal’ın özel düzenlemeleriyle gidildi. Seçim bölgelerinde oynamalar yapıldı. ANAP oyu düşmesine rağmen yine 1. parti oldu ve tek parti iktidarını kurdu. HP-SODEP birliğinden doğan SHP Erdal İnönü liderliğinde 2. parti oldu. Demirel’li DYP % 19, Ecevit’li DSP % 8,5, Erbakan’lı RP % 7, Türkeş’li MÇP % 2 oy almıştı.
1989 yerel seçimlerinde SHP büyük bir çıkış yaparak 1. parti oldu. ANAP eriyordu ve bu durumda Özal meclisteki çoğunluğunu kullanarak kendisini Cumhurbaşkanı seçtirdi. Özal’ın Başbakanlık koltuğuna da kendisine yakın Yıldırım Akbulut geçti. Ancak 1991’deki ANAP kongresinde Mesut Yılmaz genel başkan ve Başbakanlığa seçildi. Özal, Akbulut’a daha yakın olduğu için ANAP’ta ve iktidarda ipleri kaçırıyordu. Ancak onun büyük çabalarıyla Türkiye 1. Körfez Savaşı’nda ABD’den yana taraf oldu. Özal döneminde dinin siyasallaşması ve siyasal İslam’ın güçlenmesi süreçleri yaşandı. İmam Hatip Okulları ihtiyacı çok aşan ölçüde yaygınlaştırıldı ve Atatürkçü aydınlara yönelik suikastlar dönemi başladı. (Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Uğur Mumcu, sonrasında Ahmet Taner Kışlalı ve Necip Hablemitoğlu katledildi). Özal döneminde ayrıca büyük özelleştirmeler yapıldı, özel televizyonlar açıldı ve Civangate benzeri birçok yolsuzluklar yaşandı. Ancak Özal, sempatik kişiliğiyle yine de birçokları için sevilen bir liderdi. 1991 genel seçimlerine SHP, Halkın Emek Partisi-HEP ile Güneydoğu’da seçim ittifakı yaparak gitti. Demirel ise eski gücünü toparlamaya başlamıştı. Bu ortamda yapılan seçimlerde barajı aşan DYP 1., ANAP 2., SHP 3., RP 4., DSP 5. parti oldular. Sonuçta DYP-SHP koalisyonu kuruldu ve Demirel yeniden Başbakan oldu. Restorasyon dönemi olarak adlandırılabilecek bu dönemde önemli anayasal değişiklikler yapıldı ve demokratikleşme yolunda önemli adımlar atıldı. Demokratik bir rejim için yüz karası niteliğindeki sendikaların, derneklerin, vakıfların, kooperatiflerin ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının siyasi faaliyetlerde bulunma ve siyasi partilerle işbirliğine girme yasakları kaldırıldı, oy verme yaşı 18’e indirildi, TBMM üye sayısı 450’den 550’ye çıkarıldı, yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarına oy verme hakkı tanındı, öğretim üyeleri ve öğrencilere siyasal partilere üye olma hakkı tanındı, siyasal partilere üye olma yaşı 18’e indirildi, siyasal partilere kadın ve gençlik kolları, vakıflar ve yurt dışında örgütler kurma hakkı tanındı, derneklerin ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının faaliyetlerinin idari bir kararla durdurulması zorlaştırıldı, milletvekilliğinin kaybına ilişkin koşullar sınırlandırıldı, parti değişikliği milletvekilliğinin düşme sebebi olmaktan çıkarıldı, bir partinin kapatılması durumunda partinin kapatılması yol açan milletvekilleri dışında milletvekilliklerinin düşmemesi yolunda karar alındı. Bu dönemdeki olumlu hava Mumcu suikastı ve Sivas Katliamı gibi olaylarla bozuldu. Siyasal İslam ve Refah Partisi 1980’lerden beri yükselişteydi ve giderek daha fazla güç kazanıyordu. Sol hareketlere karşı 1970’lerden beri dışarıdan ve içeride devletçe desteklenen Siyasal İslam artık iyice palazlanmış ve devrimci bir nitelik kazanmıştı. Bu, aslında eskiden beri süregelen modernleşme ve İslam arasındaki bir gerilimin yeniden su yüzüne çıkmasıydı ve Soğuk Savaş bitmesine karşın, Batı medeniyetini kendi içerisine hapsetmek isteyen ve Doğu ve İslam’ı ötekileştiren Samuel Huntington ve benzeri akademisyenlerin teorileri sayesinde evrensellik iddiasından vazgeçerek Türkiye’yi Doğu’ya itiyordu.
Bu noktada, siyasal İslam’ın yükselişini anlamak adına yeniden Cumhuriyet ve İslam dini arasındaki ilişkiye odaklanmak doğru olacaktır. Aslına bakılırsa Cumhuriyet rejimi Müslüman bir toplumda dinin siyasal olarak kullanılmasını (istismarını) yasakladığı için doğrudan doğruya siyasal İslam’a karşı bir hareketti. Yani dine dayalı merkezi bir feodal ve kozmopolit İmparatorluk yerine, halk egemenliğine dayalı bir ulus-devlet kuruluyordu. Bu çerçevede, İmparatorluğun sahibi olan Osmanlı ailesinin teorik egemenlik kaynağı olarak kullandığı din ve gelenek ilkelerinin yerini, yine teorik olarak çağdaş ulus devletin yönetim ilkeleri olan millet iradesi ve halk egemenliği alıyordu. Atatürk ve arkadaşlarının bu yaptığı büyük bir ideolojik devrimdi ve dirençle karşılaşması doğaldı. Zira dine ve devlete hizmet etmek Padişaha hizmet etmek olarak algılanıyordu. Sonuçta, halifelik ve saltanat kaldırıldı ve modern bir ulus devlet dönüşümü gerçekleştirilmeye çalışıldı. Tüm diğer devrimler de (kıyafet devrimi, tevhid-i tedrisat) egemenliğin dinden alınıp halka verilmesi doğrultusunda yapıldı. Ancak devrimlerin keskinliği ve 600 yıllık eski yapıya olan bağlılık devrimlere karşı bir direnci getirdi. Kongar’a göre, siyasal İslam hareketi; aslında temel meselesi egemenliğin kaynağı olmasına karşın, direk halk egemenliğine dil uzatamadığı için öncelikle biçimsel devrimlere (kılık-kıyafet) saldırmıştı. Zaman içerisinde Soğuk Savaş koşulları ve ABD’nin planları da (yeşil kuşak) siyasal İslam’ın gelişimine uygun bir zemin hazırladı. Öncelikle Soğuk Savaş ortamında sola karşı düşünülen ilk proje İmam Hatip Okulları’nın ihtiyacından çok öte yaygınlaştırılması ve eğitim birliği ilkesinin bozulmasıydı. Daha öncesinde zaten Köy Enstitüleri ve Halk Evleri kapatılmış ve sayıları azaltılmıştı. Bunların yerini ise İmam Hatip Okulları alıyordu. İmam Hatip Okulları elbette ki Müslüman bir toplumda çağdaş din âlimlerinin yetişmesi için gerekliydi. Ancak zaman içerisinde sağ siyasetin ve sonrasında da siyasal İslam’ın kalesi (Erbakan’ın deyimiyle arka bahçesi) haline gelen İmam Hatipler, zamanla dini işlevlerini bırakarak politize oldu ve dini çağdaşlığa karşıt olarak yorumlamaya başladı. Oysa Atatürk ve arkadaşlarının getirdiği laiklik, aslında dini kirlenmekten ve siyasetten uzak tutuyordu. Ancak DP dönemde yapılan “halka mal olmuş devrimler”, “halka mal olmamış devrimler” ayrımından başlayarak, siyasal İslam, Türkiye’de hızla güçlendi ve 1990’larda iktidara gelecek seviyeye ulaştı. Tarikat ve cemaatlere meşruiyet kazandırılması da Menderes döneminde olmuştu. Said-i Nursi ile beraber görüntülenen Menderes, cemaatlere meşruiyet kazandırdı. Menderes, kendi grup toplantısında “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” de diyecekti. Hatta DP döneminde Atatürk’e yapılan saldırılar o kadar artar ki, DP iktidarı tepkilerden çekinerek “Atatürk’ü koruma” yasası çıkarır. Ancak DP döneminde Kongar’a göre büyük bir fırsat kaçırılmıştır. Zira ilerleyen on yıllarda çok daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkacak olan bu sorun kaşınmış, dahası DP’nin oy kaybettikçe milli ve manevi değerleri siyasete alet etmesi bu birleştirici değerlerin yıpranmasına ve mevcut kültürel ikiliğin daha da sertleşmesine yol açmıştı. 27 Mayıs sonrası ise, arttırılan bireysel özgürlüklerin yanında bürokrasi ve devlet kurumları güçlendirilerek siyasal İslam’ın tehlike olmaması umulmuştur. Ancak güçlenen aşırı sola karşı kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri ve benzeri kuruluşlarla dinci ve milliyetçi aşırı sağ yeniden tırmanışa geçmiş ve 1960’ların sonunda Milli Nizam Partisi ile başlayarak siyasal İslam hareketi kendi siyasal partisini edinmiştir. 12 Mart’tan sonra kurulan CHP-MSP koalisyonu da, siyasal İslam’ın meşruiyet kazanması ve devlet kademelerinde yer bulması açısından önemlidir. Bu dönemdeki hakim sınıfsal bakış açısı, siyasal İslam’ı ezilen sınıfların metafiziksel tepkileri olarak görmüş ve sempatiyle yaklaşmıştır. İslamcı akımın sol ekonomik tercihleri de bu durumu kolaylaştırmıştır. 1960’lardan itibaren Türk düşün hayatına Türk-İslam sentezi fikri özellikle sağ siyasal çevrelerde egemen olmaya başlamıştır. Osmanlı özlemi, Türk milliyetçiliği, siyasal İslam ve liberalizmden unsurlar taşıyan bu akıma göre, laiklik ahlaki değerlerin zayıflamasına yol açarak sosyalist-komünist hareketlere uygun bir ortam yaratıyordu. Bu akımın halkçı bazı niteliklerinin de olması sebebiyle Aydınlar Ocağı’nda hazırlanan Türk-İslam sentezi görüşü, zamanla sola da sirayet etti. CHP-MSP koalisyonuna uygun koşullar böyle bir ortamda oluştu. Bu koalisyon, aslında laiklik-siyasal İslam tartışmalarına bir son verebilir, bir ara formül bulabilirdi. Ancak MSP, en baştan çifte standart ve uyumsuz tavırlar sergileyerek koalisyonu ve tarihi çatışmanın çözüme ulaşmasını engelledi. 1. ve 2. MC hükümetlerinde ise, Türk-İslam sentezi devletin resmi görüşü haline geldi ve siyasal şiddeti de programına eklemledi. Bu dönemde şiddet ve sağ terör daha çok ülkücü/milliyetçi kanattan gelirken, İslamcılar teröre fazla bulaşmamayı başardılar. İslamcıların terör olaylarına karışması ise 12 Eylül’den sonra olacaktı. 12 Eylül askeri darbesi tüm siyasal partileri kapatınca, rejim, muhtaç olduğu toplumsal desteği dinde buldu. Din dersleri bu dönemde zorunlu hale getirildi. Yurtdışı etkinliklerinde imamların maaşının ödenmesi için Rabıta örgütüyle mali bağlar kuruldu. İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin Türkiye’ye yönelik rejim ihracı politikaları ve ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği “yeşil kuşak” projesi de bu durumu güçlendiriyordu. İmam Hatip Okulları mezunlarına ilahiyat fakülteleri dışında da eğitim yapma hakkı tanınarak, mesleki eğitimin dışında İmam Hatip’lerin alternatif bir eğitim yapısı olarak kabul edilmesi Bülent Ulusu döneminde oldu. Özal döneminde de bu trend devam etti. Zaten Özal, MSP geçmişi olan siyasal İslamcı bir figürdü. Bu yıllarda anayasadan 163. madde çıkarılarak siyasal İslam’ın önü açıldı. Ancak Özal’ın bu çabaları, DYP-SHP koalisyonu ile sekteye uğradı. Fakat geniş kitlelere ekilen nefret tohumları Sivas Katliamı’na ve Atatürkçü aydınlara yönelik suikastlara neden oldu. Özal bir kalp krizi sonucu 17 Nisan 1993’te ölünce, DYP lideri Süleyman Demirel SHP’nin de desteğiyle oldu. DYP genel başkanlığına da akademisyen (ekonomist) Tansu Çiller seçildi. Türk siyasal tarihinde ilk kez bir kadın lidere Başbakanlık yolu açıldı. Çiller’in Başbakanlığı, başlarda dünyada ve ülkede çok olumlu bir hava yarattı. Ancak 1994 ekonomik krizi ve Çiller ailesiyle ilgili yolsuzluk iddiaları bu olumlu durumu bozuyordu. Aynı dönemde, SHP ve oradan ayrılanların kurduğu Deniz Baykal liderliğindeki CHP’de hareketli günler yaşanıyordu. Nitekim Erdal İnönü’nün siyaseti bırakması sonrasında, SHP’nin başına Murat Karayalçın geçti. Ancak özellikle 1994 yerel seçimlerinde siyasal İslam’ın hızlı yükselişi karşısında, SHP ve CHP’nin birleşmesi konusunda baskılar arttı. Sonunda iki parti Hikmet Çetin genel başkanlığında birleşti. Kısa bir süre sonra da, Baykal, CHP adı altında birleşen iki partinin lideri oldu. Ecevit ise birleşmeye yanaşmadı.
1994 yerel seçimlerini Çiller rüzgârıyla DYP kazansa da (% 21,4), ANAP’tan (% 21) sonra 3. parti olan RP (% 19) seçimin esas galibiydi zira İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıkları kazanılmıştı. CHP’nin SHP’den çaldığı oylar Ankara’nın kaybına yol açmıştı. 1995 genel seçimlerinden RP % 21 oyla 1. parti olarak çıktı. ANAP ve DYP % 19, DSP % 15, CHP % 11 oy aldı. RP’nin radikal söyleminden korkulduğu için önceleri Refahsız koalisyon seçenekleri arandı. Uzun çabalar sonucu Anayol hükümeti (ANAP-DYP koalisyonu) Mesut Yılmaz Başbakanlığında kuruldu. Ancak Çiller-Yılmaz rekabeti ve karşılıklı yolsuzluk suçlamaları nedeniyle koalisyon çöktü ve Refahyol hükümeti kuruldu. Erbakan, ilk kez özlem duyduğu Başbakanlık koltuğuna oturmuştu. Erbakan’ın iktidara gelmesinden sonra, RP’li belediye başkanları ve milletvekilleri şeriatı getirecekleri yönünde çeşitli açıklamalar yapmaya başladılar. Refahyol, Çiller’in yolsuzluk dosyalarını aklarken, karşılığında da rejim giderek İslamileşiyor ve laik niteliğinden uzaklaşıyordu. Bu dönemde bir kaza sonucu ortaya çıkan Susurluk Skandalı ise şeriat gündeminin bile önüne geçiyor, devletin PKK ile mücadele ederken yasadışı yollara saptığı; faili meçhul cinayetlerin işlendiği ve maddi kaynak olarak kumar, haraç ve uyuşturucu ticaretine karıştığı ortaya çıkıyordu. Meclis’te araştırma komisyonu kurulmuş ve ülke çapında “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri başlamıştı. Halk, Susurluk Skandalı’nın aydınlatılmasını istiyordu. Ancak Refahyol hükümeti bu konuda isteksiz davrandı. Hatta Adalet Bakanı Şevket Kazan bu kitlesel eylemleri “mum söndü oynuyorlar” şeklinde yorumladı ve tepki çekti. Sonuçta Susurluk Skandalı’na yönelik tepkiler ve artan siyasal İslam faaliyetlerine tepki olarak 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Başbakan Erbakan’a imzalattırılan kararlar bir nevi ordunun siyasete müdahalesi olarak algılanmıştı. Zira şeriat eğilimlerine ve bölücü faaliyetlere duyulan tepki dile getiriliyor, Atatürk ilkelerine olan bağlılık ifade ediliyordu. Erbakan’ın gönülsüz imzaladığı bu bildiriden sonra TSK tarafından yapılan açıklamalarla 8 yıllık zorunlu eğitim isteği vurgulandı ve laiklik ve milli birlik karşıtı akımların önlenmesi için sivil siyasete uyarılar yapıldı. Bu uyarılar bir darbe öncesi son uyarılar niteliğindeydi. Cumhurbaşkanı Demirel devreye girerek kendisine yakın Hüsamettin Cindoruk önderliğinde bir grubu DYP’den kopartarak Demokrat Türkiye Partisi’ni kurdurdu. Baskılar üzerine Erbakan istifa etti ve Çiller’in Başbakanlığında koalisyonun devamı öngörüldü. Ancak Cumhurbaşkanı Demirel hükümet kurma görevini Mesut Yılmaz’a verdi ve CHP’nin de dışarıdan desteğiyle ANAP-DSP-DTP koalisyonu kuruldu. Anasol-D adı verilen bu hükümet döneminde verimli çalışılamadı. CHP’nin desteğiyle ayakta duran hükümete hükmetmek isteyen Baykal 28 Şubat sürecinin sonuçlarını kullanarak CHP’yi iktidara taşımayı umdu ve bu nedenle hükümeti köşeye sıkıştırmaya başladı. Sonuçta Baykal’ın istekleri karşısında bir şey yapamayan Başbakan Yılmaz’ın istifası üzerine, Ecevit Başbakanlığında seçime kadar görece yapacak bir azınlık hükümeti kuruldu. Seçime kadar idareten göreve geldiği düşünülen bu hükümet, PKK lideri ve teröristbaşı Öcalan’ın yakalanması gibi tarihi bir başarıya imza atınca, DSP, bir anda birincil siyasal parti haline geldi. Aynı dönemde Refah Partisi Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldı. 1999 seçimlerinin sonunda DSP-MHP-ANAP koalisyonu kuruldu. Bu dönemde Türkiye Avrupa Birliği tam üyeliğine aday bir ülke haline geldi. Önemli anayasal reformlar yapıldı ve terör kalıcı bir çözüm bulunamamasına karşın neredeyse sıfır düzeyine indirildi. Ancak 17 Ağustos depremi ve 1999 ve 2001 ekonomik krizleri hükümeti çok yıprattı. 2002 ve 2007 seçimleri ise RP geleneğinden ayrıldığını söyleyen ve merkez siyasete yanaşan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin zaferleriyle sonuçlandı.
12 Eylül öncesi siyasetinin temel parametresi sağ ve sol çatışması iken, 12 Eylül sonrası siyasetinin temel paradigması PKK ve siyasal İslam tehditleri olmuştur. Kürt milliyetçiliği ve siyasal İslam 12 Eylül sonrasında marjinal eğilim olmaktan çıkıp kitlesel destek kazanmıştır. Özellikle siyasal İslam iktidara gelecek kadar güçlenmiştir. 28 Şubat süreci sonrası sistemi yıkmaya yönelik ve siyasal şiddeti kullanan siyasal İslam zayıflasa da, bu kökten gelen bir parti 2002’den beri iktidardadır. Diğer önemli sorun olan Kürt meselesi ise 2003 Irak Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta bir Kürt özerk devletinin kurulmasıyla yeni bir aşamaya geçmiştir. Yine de 1990’ların ortalarındaki inanılmaz terör olayları ve yüksek şehit rakamları 1999 sonrası azalmaya başlamıştır. Ancak Kürt sorunu ve PKK terörizmi bugün hala tam anlamıyla çözülememiştir. 12 Eylül sonrası siyaset incelenirken Özal mirasından da mutlaka söz edilmelidir. Özal’ın birinci önemli mirası bürokrasiyi zayıflatarak devlet işlerinin hızlı ancak kimi zaman da dikkatsiz ve hukuksuz yapılmasının önünü açmasıydı. Bu durum yönetimde bazı avantajlar sağlarken, hukuk devleti ve devlet ciddiyeti açısından sıkıntılar da yaratabiliyordu. Özal’ın ikinci önemli mirası serbest piyasa ekonomisinin artık hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek şekilde kabul edilmesi ve Türkiye’nin küresel kapitalist sisteme entegre edilmesiydi. Bunun sonucunda ise gelir dağılımı daha da bozulmuştu. Kongar’a göre, Özal’ın üçüncü önemli mirası “amaca ulaşmak için her yol mübahtır” anlayışını siyasete sokması ve başta kanunlar olmak üzere herşeyi kendi işine gelecek şekilde yorumlamasıydı. Özal’ın dördüncü önemli mirası ise feodal kültürel değerlerin ve siyasal İslam’ın yeniden popüler hale getirilmesi ve Aydınlanmacı sol kültürün tahrip edilmesiydi. Bunun sonucunda ise “Özal gençliği” olarak bilinen köşe dönmeci, ilkesiz, bireyci bir gençlik yetişmişti.
Ekonomi
Osmanlı ekonomisi, kapitülasyonlar ve dış borçlar gibi uzun tarihsel süreçler sonunda, Avrupa ülkelerinin denetimi altına girmişti. Kapitülasyonlar gümrüklerde koruma önlemleri alınmasını engellerken, dış borçlar da ekonominin tam bir batışa yönelmesine yol açmıştı. Aslında kapitülasyonlar Haçlı Seferlerinden beri Akdeniz ticaretinin ayrılmaz bir parçasıydı. Haçlı ordularından arta kalan serüvencilere Doğu Akdeniz’de çeşitli vergi indirim ve bağışıklıkları tanınmıştı. Osmanlılar Akdeniz çevresine yayılan İmparatorluklarını kurmadan önce kapitülasyonlar bu bölgenin kurumsal nitelikleri arasına girmişti. Osmanlı tarafından ilk kapitülasyonlar Fatih Sultan Mehmet döneminde Venediklilere verilmişti. Osmanlı kapitülasyonları Avrupa’da izledikleri dış siyasetin bir aracı olarak kullanıyordu. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman bir Hıristiyan birliğini önlemek için Almanlara karşı Fransızları desteklemiş ve onlara birtakım ayrıcalıklar vermişti. Yeni Dünya bulununca bu ayrıcalıklar bölgedeki ticareti canlı tutmak için genişletilmişti. Batı güçlenince bu ayrıcalıklar tehlikeli hale geldi ve Osmanlı yarı sömürgeleşti. Bu ayrıcalıklara ek olarak dış borçlar da Osmanlı ekonomisini büyük bir baskı altında tutuyordu. Bu baskı sonunda ekonomik ve mali yıkıma kadar gitti. Osmanlı devleti çöken devleti ayakta tutmak için reformları gerçekleştirmek adına yabancıların tavsiyesiyle dış borçlanma yoluna gitmişti. Kırım Savaşı’ndan başlayarak Osmanlı dış borçlanması siyasal bağımlılığa yol açmaya başladı. Sonunda Osmanlı borçları birleştirildi ve Düyun-u Umumiye (Borçlar İdaresi) yönetimi denilen bir örgüt ile, 1881 yılında bu borçların ödenmesi için devletin mali kaynaklarına el kondu. Düyun-u Umumiye Osmanlı’nın yabancı denetimi altına girmesi demekti. Örgüt alacaklılar adına yedi temsilciden oluşuyordu.1909 yılında alacaklılara ödenen para, tüm devlet giderlerinin % 31,2’sini oluşturuyordu. Yani Düyun-u Umumiye, İmparatorluk bütçesinin üçte birini yöneten dev bir kuruluş haline geldi.
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde ticaret Bizanslıların denetimindeydi. Selçuklular Anadolu’yu aldıklarında Müslüman tüccarlar Venediklikler gibi Hıristiyanlarla doğrudan ticaret ilişkileri kurduklarından, Bizans ve Anadolu ekonomik olarak zayıflamaktaydı. 11. yüzyıl sonlarında Haçlılar Suriye ve Antakya’yı alınca, Doğu Akdeniz ile Avrupa arasındaki ticaret, Bizans’ı dışarıda bırakan bir biçimde gelişti ve İmparatorluğun ekonomik olarak çökmesine yol açtı. Doğu Akdeniz’de küçük devletler biçiminde örgütlenen Haçlı kalıntıları, Batı’ya Doğu ile doğrudan ticaret yapma olanakları sağlamıştı. Bu olanak 13. yüzyıl dolaylarında Avrupa’da önemli ölçüde bir sermaye birikimine yol açmıştı. Osmanlı Anadolu’yu ele geçirdiği zaman yüksek göç oranı ve Türklerle Bizanslılar arasındaki yeni işbirliği, yarımadanın ekonomisini geçici olarak yeniden canlandırdı. Bu canlanma, savaş sonucu ele geçirilen malların Rumeli’den Anadolu’ya aktarılması ile de bir süre için pekiştirildi. Fakat tarih içinde yerini şaşırmış denilebilecek bu canlanma bir süre sonra, zorunlu olarak sona erecekti. Çünkü bu canlanma Türklerin üstün yönetim yeteneklerinin bir ürünü olarak yapay bir biçimde gerçekleştirilmişti. Oysa, Doğu Akdeniz çoktan kapitülasyonlar denilen ayrıcalıklar biçiminde kurumlaşmış ilişkilerle Batı’ya bağımlı duruma gelmişti. Ekonomiyi zayıflatan bu süreç Yeni Dünya’nın keşfi ve sömürgeciliğin başlamasıyla daha da hızlandı.
1838 Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşması (Balta Limanı Antlaşması) ekonomik ilişkilerde Venedikliklerin, Hollandalıların ve Portekizlilerin oynadıkları rolü İngilizlere verdi. Sömürü böylelikle yayılıyor ve uluslararası alanda hukuksallaştırılıyordu ve çöküş hızlanıyordu. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen Osmanlılar, Selçuklular ve Bizanslıların çöküşünün bıraktığı boşluğu, Anadolu ve Balkanlar üzerinde bir İmparatorluk kurarak doldurdular. Aslında sonradan devletin çöküşüne yol açan ekonomik koşullar, başlangıçta oldukça olumlu bir rol oynadı. Fakat Osmanlıların tımar düzenine dayalı yapısı dış dünyanın ekonomik baskılarına sonsuza kadar karşı koyamazdı. İmparatorluk, hem iç hem dış öğelerin etkisiyle siyasal gücünü yitirmeye başladı. Siyasal gücü zayıfladığı oranda ekonomik baskılar arttı. Örneğin 1774’te Küçük Kaynarca antlaşması ile Osmanlı Karadeniz’deki ticaret tekellerini Ruslara verdiler. İmparatorluğun ekonomisi üzerindeki dolaylı Batı denetimi, uluslararası antlaşmalarla doğrudan doğruya somut bir nitelik kazanıyordu. 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşması (Balta Limanı Antlaşması) ekonomik ilişkilerde Venedikliklerin, Hollandalıların ve Portekizlilerin oynadıkları rolü İngilizlere verdi. Sömürü böylelikle yayılıyor ve uluslararası alanda hukuksallaştırılıyordu ve çöküş hızlanıyordu. Balta Limanı Antlaşması yeni doğmakta olan Osmanlı sanayiini de öldürmüştü. Emekleme döneminde olan sanayi, bu sıralarda Batılılaşma akımı çerçevesinde girişilen çabalarla geliştirilmeye çalışılıyordu. Osmanlılar ile Batı arasındaki ekonomik ilişkiler, Batı’ya hammadde satmak ve oradan işlenmiş ürün almak biçiminde belirlenmişti.
Osmanlı’da sanayi gelişmemişti ve temel imalat etkinlikleri yoktu. Örneğin bir maden sanayii kurulamamıştı. İmalat etkinlikleri daha çok iç pazarlara tüketim maddeleri sağlamaya yönelmişti. Gıda üretimi ve ilgili etkinlikler, sanayinin önemli bir kesimini oluşturuyordu. Sermaye birikimi Türklerin elinde değildi. Daha çok Rumlar ve Ermenilerin sermayeleri vardı. Bunda Osmanlı-Türk siyasal-kültürel yapısından etkilenen Türklerin devletçi mantalitesi ve ticarete yatkın olmaması önemli bir etkendi. Bu nedenle İmparatorluğun ekonomisi tarıma dayalı ilkel ve cılız kaldı ve dışa bağımlı duruma geldi. Özet olarak, Türkiye Cumhuriyeti, bölgede egemen olan tarihsel koşulların ve İmparatorluğun toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısının ürünü olan güçsüz ve dışa bağımlı bir ekonomi devraldı. Bağımsızlık Savaşı kazanıldıktan sonra, ülkenin ekonomik görünümü son derece yoksuldu. Her ne kadar kapitülasyonlar Lozan’da kaldırılmışsa da, barış antlaşmasının hükümlerine göre yeni Cumhuriyet gümrük duvarlarını 1928 yılına kadar yükseltemeyecekti. Buna ek olarak, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarının, yeni devletin topraklarıyla orantılı olan bir kesimini ödemeyi de kabullenmişti. Bu borç ödemeleri, devlet bütçesinin her sene yüzde 7 ile 18 arasında bir payını kapsıyordu. Böylece süren Batı sömürüsü genç Cumhuriyet’in sırtında önemli bir ekonomik yüktü. Dış ticaret, 1938 yılında yüzde 59 açık vermişti. Tarımsal üretim son derece düşüktü. Sanayi de hemen hemen yok denecek kadar güçsüzdü. Atatürk ve arkadaşları işte bu ortamda ekonomiyi geliştirmek için liberalizm ve devletçilik politikalarının arasında milli ve karma bir ekonomi kurmayı ve ülkeyi kısa sürede kalkındırmayı başardılar. Zaten Atatürk ekonominin siyasal bağımsızlıktaki önemini biliyor bu nedenle 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde tam bağımsızlığın yolunun ekonomik bağımsızlıktan geçtiğini söylüyordu. Türk İktisat Kongresi ya da İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat 1923’te İzmir’de toplandı. Kongre ekonomik siyasetin saptanması için Ekonomi Bakanlığı tarafından örgütlenmişti. Her meslek kuruluşunun temsilcileri bu Kongre’ye çağrılmıştı. Ancak tek sermaye sahibi gruplar olan İstanbul ticaret çevreleri, eşraf ve ayan doğal olarak daha güçlü durumda idi. Bu nedenle toprak reformu ve grev hakkı gibi konular konuşulamadı. Sömürüye karşı çıkılmasına karşın, yabancı sermaye gerekli görüldü ve ülkeye davet edildi. Atatürk Anadolu’da sınıflaşma olmadığını düşünüyor ve bu nedenle demokrasiyi geliştirecek bir orta sınıfın yaratılması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle 1924’te Türk girişimcilerinin borç gereksinimlerini karşılamak için Türkiye İş Bankası kuruldu. Ayrıca 1927 yılında Sanayii Teşvik Kanunu çıkarıldı ve girişimcilere kolaylıklar sağlandı. Ancak tüm bu çabalara karşın liberal model çok başarılı olamadı ve 1929 Büyük Buhran’ından sonra tüm dünyada devletçi uygulamalar artmaya başladı. Bu durumda Atatürk de devletçilik üzerinde daha çok durmaya başladı ve devlet yatırımları arttırıldı. Bu nedenle devletçilik Altı Ok’tan birisi de olacaktı. 1933 yılında ilk kalkınma planı uygulamaya konuldu. Ancak bu planlı ekonomilerdeki kalkınma planlarına (Gosplan) benzemiyordu. Daha çok hükümetin yapacağı ekonomik etkinliklerin bir programı niteliğini taşıyordu. Plan, yeni kurulacak işletmeler ve bunların kuruluş yerleri hakkında hükümete verilen bir rapora dayanılarak geliştirilmişti. Bu dönemde Kadro Hareketi ve sosyalist eğilimli aydınlar devletçiliği ve gerçek anlamda planlı ekonomiyi savunuyordu. Ancak rejim karma ekonomik niteliğinden kalkınma planlarına karşın çok uzaklaşmadı. İlk kalkınma planı milli ekonominin kurulmasında oldukça başarılı oldu. 1936 yılında İkinci Beş Yıllık Sanayi Programı da hazırlandı ancak uygulamaya sokulamadı. 1938 yılında sanayileşme için bir başka dört yıllık program kabul edildi. 1939 yılında önemli ölçüde değiştirilen bu program, II. Dünya Savaşı’nın etkileri nedeniyle çok başarılı olamadı. Her şeye rağmen 1939’a gelindiğinde ülkede madencilik, şeker, dokuma, kimya, çimento sektörlerinde ve tarımda önemli ölçüde ilerleme yapılmış ve bağımsız ve kendine yeten bir ülkenin temelleri atılmıştı. 1930 yılında ayrıca Türkiye Merkez Bankası kurulmuştu. Bu dönemde Türkiye’deki demiryollarının büyük bir bölümü döşenmişti. Karayollarının uzunluğu iki yüzde 100’den fazla artmıştı. 1932-1939 döneminde izlenen devletçi ağırlıklı politika sayesinde de büyük işletmeler kurulmuş ve sanayi içinde devletin payı artmıştır. Ancak bu toplamın ancak yüzde 10’u kadardır. Bu nedenle tek parti dönemini devletçi ekonomi olarak değerlendirmek hatalı olur.
I. Dünya Savaşı sırasında, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi karaborsa ve öteki olağanüstü yolların kullanılması sonunda aracıların elindeki sermaye önemli ve anlamlı bir düzeye erişti. Bu düzey; sanayi yatırımları için gerekli sermaye gereksinmesini karşılamaya yetecek bir niteliği belirliyordu. Savaş sırasında elde edilen olağanüstü karlar öyle bir düzeye çıkmıştı ki, hükümet hemen hemen bir gece içinde milyoner olanlardan Varlık Vergisi adı altında bir sermaye vergisi almaya karar verdi. Ancak Varlık Vergisi daha sonra gayrimüslimlere yönelik eşitsiz bir niteliğe büründü. Ayrıca vergiden kaçmanın yolunu bulanlar yüzünden alınabilen vergi tutarı hükümetin beklediğinin çok altında oldu. Savaş sonrası gelişmeler doğal olarak Türkiye’yi ekonomik alanda da fazlasıyla etkiledi. Bu gelişmelerin en önemlisi Amerikan yardımlarıydı. 1947 yılında hazırlanan kalkınma planında bu yardım öngörülmüş ve 1949’da Marshall Planı doğrultusunda dış yardım (Amerikan yardımı) alınmaya başlanmıştı. 1947 kalkınma planı özel sektöre dayalı bir gelişmeyi öngörüyordu ve 1950’lerde yaşanacakların habercisi niteliğindeydi. 1940’larda güçlenen Türk burjuvazisi yerleşik toprak sahipleriyle koalisyon yaparak bürokrasiyi zayıflattı ve dış destek de alarak DP’yi iktidara taşıdı. Yeni hükümetin ekonomi siyaseti, devletin ekonomik yaşamdaki etkinliklerini sınırlamak, özel kesimin gelişmesi için özel girişimleri desteklemek ilkelerine dayanıyordu. Bu uygulama ilkelerinin ardında yatan temel amaç, yabancı sermaye ve dış yardım olanaklarını hazırlamak ve ekonomiyi devletin “zararlı” etkinliklerinden korumaktı. Belirtilen bu amaçlara karşın, 1950’lerden sonra ekonomik alanda görülen uygulamalar hiç de söylenenlere uygun olmadı. 1950’den sonra liberal diye nitelendirilen siyaset iki nedenle 1930-1946 dönemindeki devletçi diye nitelendirilen uygulamalarla temelde aynıydı. İlk olarak 1930’dan sonra uygulanan devletçi siyaset, kapsamlı bir planlama ile yönetilecek kolektivist bir ekonomiyi öngörmemişti. Tam tersine bu devletçiliğin altında yatan temel fikir, özel girişimcilerin yatırım yapmadıkları alanlara yatırım yaparak özel kesimin eksikliklerini tamamlamak amacına yönelikti. İkinci olarak 1950’den sonra uygulanan liberal siyaset öne sürüldüğü kadar liberal değildi. Liberal olmaktan çok müdahaleci bir nitelik taşıyordu. İki dönem arasında yalnız temel uygulamalar değil, bu uygulamalardan sorumlu olan kişiler de aynı kalmıştır. Örneğin tek parti döneminin önemli isimlerinden Celal Bayar DP’nin kurucuları arasında ve 1950’lerin Cumhurbaşkanı idi. Temel uygulamalar ve uygulayıcılar değişmese de, iki dönem arasında farklar da vardı. Örneğin DP döneminde planlama tamamen rafa kaldırılmıştı. Bunun sonucunda enflasyon ve devalüasyondu. Kısa sürede bu ekonomik zorluklar siyasal tedirginliklere ve çalkantılara da yol açmaya başladı. Bu dönemde tek parti döneminin aksine demiryollarından ziyade karayollarının yapımına ağırlık verilmiştir. Bir diğer önemli fark, tarımda modern teknolojinin kullanılması ve tarımsal üretimin arttırılmasıydı. Bu doğrultuda Türkiye Avrupa’nın tahıl ambarı olarak görev yapıyor, Avrupa’ya ucuz tarımsal ürünler satıyordu. Bu dönemde sanayileşme yönünde de adımlar atılmak istenmiş ancak plansız ekonomik yaklaşım nedeniyle çoğunlukla yetersiz ve başarısız kalmıştır.
27 Mayıs sonrası ise ciddi bir şekilde planlı ekonomiye geçilmiştir. Yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatı bu doğrultuda kritik bir rol oynamıştır. DPT’nin hazırladığı Birinci Kalkınma Planı 1963’te uygulamaya sokulmuştur. Artık tam istihdam, sosyal adalet gibi hedefler ve kavramlar siyasetin konusu haline gelmişti. Ancak planlı ekonomi yine de karma ekonomi mantığı yansıtıyor ve özel sektörün güçlenmesini öngörüyordu. İkinci Kalkınma Planı ise 1968’de uygulamaya sokuldu. Üçüncü Kalkınma Planı ise 1973-1977 döneminde uygulanmıştı. İlk iki kalkınma planı sayesinde Türkiye ciddi anlamda sanayileşirken, artan işçi nüfusu nedeniyle sol hareketlerin ve sosyal taleplerin hızla yükselmesi ve sonrasında Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle Türkiye’ye uygulanan ambargo nedeniyle ekonomi 1973’ten sonra teklemeye başladı. 1970’lerin sonlarında dibe vuran Türkiye ekonomisi liberal modelle 24 Ocak Kararları, 12 Eylül ve Özal döneminde geliştirilmeye çalışıldı. Bu dönemde DPT’nin etkisi kırıldı ve hükümetin planları doğrultusunda çalışması öngörüldü. Dahası dünya sistemine entegre olan Türkiye ekonomisi de dünyanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendiriliyordu. SSCB’nin çökmesinden sonra tek geçerli ekonomik model olan liberalizm, karma ekonomiye dayalı Türkiye ekonomisini de daha fazla liberalleşmeye zorluyordu. 1970’lerde teorisi Chicago Okulu’nda geliştirilen neo-liberalizm 1980’lerde silah gölgesinde uygulamaya sokuluyordu.
Özal dönemi aslında bir çelişkiler bütünüydü. Bir yandan ekonominin liberalleştiği iddia ediliyor, bir yandan da ekonomide inanılmaz ölçüde adam kayırma, iltimas ve rüşvet uygulamaları yapılıyordu. Banker ve hayali ihracat vurgunlarıyla serbest piyasa ekonomisi kuralsızlık şeklinde uygulanıyordu. Bir yandan da yeri geldiğinde kamu müdahalesi planlı ekonomide dahi olmayan ölçüde (yandaşları korumak için) yapılıyordu. Özal dönemine damgasını vuran olgu ise enflasyon canavarıdır. Bu canavarla Türkiye halkı daha uzun yıllar mücadele edecektir. Yine de Özal dönemi tüm aksaklık ve hatalara karşın bürokratik engellerin azalması, serbest rekabet koşullarının ve dünya ile bütünleşmenin benimsenmesi anlamında başarılı kabul edilebilir. Özal döneminde başlayan özelleştirme politikaları sonraki dönemlerde de devam ettirilmiş ve devlet sektörünün ekonomideki payı iyice marjinalleştirilmiştir. 1994 ekonomik krizi ve 1995 yılında Türkiye’nin Gümrük Birliği antlaşmasını imzalaması Özal sonrasının ilk önemli gelişmeleriydi. Gümrük Birliği antlaşmasının Türkiye’de küçük ve orta ölçek üreticiye önemli zararları olmuş ve birçok sektörü çökertmiş ancak küresel rekabet koşullarının zorlamasıyla Türkiye’de özel sektörün gelişmesini de sağlamıştır. Ayrıca 1980’lerden başlayarak bir diğer önemli gelişme Anadolu’da orta sınıf ve girişimciliğin yükselmesi ve yeşil sermaye adıyla yeni ve daha muhafazakâr bir grup işadamının İstanbul sermayesine alternatif olarak ortaya çıkmasıydı. Türkiye, bu dönemde İMF (Uluslararası Para Fonu) ile stand-by anlaşmaları (mali durumu düzeltmek için yapılan ve ciddi yapısal reformlar öngören borç anlaşmaları) yaparak ve dış borçlanmaya giderek krizler sonrasında ekonomisini toparlamaya çalıştı. Ancak sonuçta borçlarının faizini bile ödemekte zorlanan bir ülke haline geldi. 12 Eylül ve Özal mirası Türkiye’yi 1990’larda felakete sürüklemişti.
1999 ve 2001 ekonomik krizleri sonrasında yeniden İMF ile anlaşan Türkiye, üçlü koalisyon döneminde Ekonomi Bakanı olarak Amerika’dan gelen Kemal Derviş’le tanıştı. 2001 krizi sonrası BDDK ve benzeri kurumlarla banka-finans sektörünü düzenleyen Türkiye, 2002-2007 döneminde dünyadaki genleşmeye paralel olarak istikrarlı bir büyüme performansı gösterdi. Ancak 2008-2009 yıllarındaki küresel ekonomik kriz Türkiye’yi de ciddi şekilde etkiledi.
Dış Dünya
Uzun bir süre, dış dünya Osmanlılar için “gavur” dışında pek bir anlam taşımamıştır. Bu yabancı, düşman ve gavur dünyaya karşı Osmanlı tutumu, İmparatorluğun askeri gücüne bağlı olarak biçimlenmiştir. Tartışılmaz üstünlük dönemlerinde, Batı’ya karşı davranış büyük bir kendine güven ve kendini beğenmişlik yansıtır. Fakat İmparatorluk gücünü yitirmeye başlayınca Batı’ya karşı tutum da değişmiştir. Başlarda şaşkınlık ve ürküntü, sonrasında özenti ve hayranlık Osmanlı’nın Batı’ya karşı temel yaklaşımı olmuştur. Öte yandan, Osmanlılar da, Batı’ya göre barbar gavurlardı. Üstelik bu barbarlar yüzyıllar boyu Batı’yı korku içinde tutmuşlardı. Ancak Batı güçlenince korkunç barbarlar zavallı barbarlara dönüştü. Batılılar için sorun Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı, Osmanlı ve Türkler içinse nasıl Batılılaşılacağı idi. Dış dünyanın Osmanlı üzerindeki etkisi Düyun-u Umumiye sistemi biçimde somutlaşmıştı. Ekonomik bağımlılık siyasal bağımlılığı da peşi sıra getiriyordu. Azınlık meselesi temelinde dış dünya Osmanlı’yı siyaseten köşeye sıkıştırıyor ve istediği ekonomik ve siyasal tavizleri koparabiliyordu. İmparatorluk üzerinde yabancı denetiminin somut varlığı arttıkça, dış dünyanın ideolojik etkisi de ortaya çıkmaya başladı. Bir ideoloji olarak ulusçuluk veya milliyetçilik Osmanlı’yı iki ayrı biçimde etkiliyordu. Bir yandan, İmparatorluğun içinde Hıristiyan topluluklar yeni ulus-devletler olarak bağımsız siyasal birlikler oluşturuyordu. Öte yandan, ulusçuluk gecikmiş bir akım olarak Osmanlı ve dünya Türkleri arasında da yaygınlaşıyordu. Rusya Türklerinde ortaya çıkan Türk milliyetçiliğinin Gaspıralı İsmail Bey tarafından Osmanlı’ya taşınması Türk milliyetçiliğini canlandırmıştır. Gaspıralı İsmail dışında Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp de Türk milliyetçiliğinin doğması ve gelişmesinde önemli roller oynamışlardır. Daha sonrasın İTC ve Enver Paşa liderliğinde Türkçülük resmi politikalar arasına da giriyordu.
Bağımsızlık Savaşı sırasında dış dünyanın etkileri Mustafa Kemal ve arkadaşları ile, düşman devletler arasındaki ilişkiler çerçevesinde belirlenmişti. Fakat yine de durum sanıldığı ölçüde açık seçik değildir. En azından iki ek öğe, dış dünya ile Bağımsızlık Savaşı arasındaki etkileşimde egemen olmuştur. Bunlardan birincisi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yalnızca dış dünyaya karşı değil, aynı zamanda Padişah’a da yönelen bir savaş içinde olmalarıdır. İkinci öğe ise, savaşılan Batı’nın aynı zamanda Mustafa Kemal’in Türk toplumunu biçimlendirmek için esinlendiği kaynak olmasıdır. İşte bu nedenden dolayı, Türklerin dış dünyaya karşı tutumları beklenildiği ölçüde sert ve karşıt olmamıştı. Tam tersine, Bağımsızlık Savaşı sırasında Türkiye’nin dış siyaset bakımından Batı’ya karşı davranışı çatışmadan çok uyuşma ilkesi çerçevesinde biçimlenmiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları Batı uygarlığının değerlerine inanıyor ancak kendi ülkelerini de sonuna kadar savunuyorlardı. Sonuçta, Mustafa Kemal ve Cumhuriyetçi arkadaşları içeride İngiliz ve Amerikan mandasını savunan aydınlara da karşı mücadele vererek Kurtuluş Savaşı’nı kazandılar. Ankara hükümeti Milli Mücadele döneminde oldukça yalnızdı. Yalnızca Batı emperyalizmine karşı dik durabilen ve Boğazların İngiltere’nin eline geçmesinden endişe duyan Sovyetler Birliği Ankara hükümetinin haklı savaşını destekledi. Mustafa Kemal ve arkadaşları cephede başarılar kazandıkça Batı’nın da Mustafa Kemal’e bakışı değişmeye başladı. Mustafa Kemal’in başarıyla sonuçlanan mücadelesi tüm dünyada ezilen uluslar ve özellikle İslam dünyası için de bir umut demekti. Mustafa Kemal de Türk devrimini ezilen uluslar için bir model olarak görüyordu. Sonraları Kadro Hareketi bu devrimi evrensel bir model şeklinde de teorik çerçeveye oturtmaya çalıştılar. Ancak henüz Lozan Antlaşması görüşmeleri sırasında Lord Curzon “burada verdiklerimizi ileride sizden teker teker alacağız” diyor ve Batı emperyalizminin hedeflerini açıkça belli ediyordu. Lozan’dan sonra çözülmedik üç sorun kalmıştı; Türk-Yunan nüfus mübadelesinin gerçekleştirilmesi, Musul’un durumu ve Hatay sorunu. Nüfus mübadelesi uzun uğraşlar sonucu 1930’da tamamlandı. Misak-ı Milli’de yer alan Musul zengin petrol kaynakları nedeniyle İngiliz emperyalizminin kontrolüne geçmişti ve İngilizler Türkiye’nin güçlenip Türkmen nüfusun fazlasıyla var olduğu bu bölgede hak iddia etmemesi için içerideki Kürt isyanlarını destekledi. 1926’da İngiltere ile imzalanan antlaşma ile Türkiye-Irak sınırı çizildi. Fransızların kontrolünde kalan Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması ise 1939’da gerçekleşti. Mustafa Kemal bağımsızlığı kazandıktan sonra hızla komşu ülkelerle iyi ilişkiler kurarak konumunu güçlendirmek istedi. Atatürk’ün amacı Türkiye’yi modern ve güçlü bir ulus devlet haline getirerek Avrupa’nın ve dünyanın saygın devletlerinin arasına sokmaktı. SSCB de Türkiye’nin uluslararası arenada söz sahibi olmasına yardımcı oldu. Balkanlarda barışın sağlanması için Yunanlılarla sağlam bir dostluğun kurulmasına çalışıldı. Atatürk-Venizelos dostluğu o dönem Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesine büyük katkıda bulundu. Venizelos Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday dahi gösterdi. Birçok ikili görüşme ve antlaşmanın ardından Türkiye, Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan Balkan Antantı’nı 1934’te imzaladılar. Ancak Bulgaristan’a karşı yapılmış olan bu antant, Yugoslavya’nın Bulgaristan’la antlaşma imzalamasıyla kısa sürede dağıldı. Diğer önemli bir sorun olan Boğazlar meselesi ise 1936’da Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan, İngiltere, Japonya ve SSCB arasında Montrö Antlaşması ile çözüldü. İtalya da 1938’de bu antlaşmaya katıldı. Böylelikle Boğazlarda Türkiye’nin egemenlik hakları tanındı ve silahtan arınmış bölge kaldırılıyordu. Bir diğer önemli gelişme de Orta Doğu ile alakalıydı. 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan Saadabat Paktı’nı imzaladı ve Ortadoğu’da kendilerine yöneltilebilecek bir saldırıya karşı birlik kurdular. Montrö antlaşması ve Hatay sorununun çözülmesinden sonra Türkiye İngiltere ve Fransa ile daha yakınlaştı. Özellikle Stalin’in Sovyetler Birliği ve Hitler Almanya’sının yayılmacı tutumları Türkiye’yi Batı ile daha yakın ilişkiler kurmaya itti. Sonuçta 12 Mayıs 1939’da Türkiye ile İngiltere Akdeniz’de ortaya çıkacak bir saldırıya karşı birbirlerini destekleyeceklerini bildirdiler. Aynı biçimde bir bildiri Türkiye ile Fransa arasında imzalandı. Savaş yaklaşırken Türkiye konumunu güçlendirmek istiyordu. Ayrıca 1925’te imzalanan Türk-Sovyet Saldırmazlık Antlaşması yenilendi. Almanların sıkıştırması üzerine Almanya ile de bir saldırmazlık antlaşması imzalandı. Savaşı Almanların kaybedeceği anlaşılınca, İngiltere Başbakanı Winston Churchill Türkiye’ye geldi ve Cumhurbaşkanı İnönü ile görüşmeler yaptı. Türkiye’nin savaşa girmesindeki yoğun baskılara rağmen İsmet Paşa savaşa girmek istemedi. Savaş sonrasında masada oturabilmek için Türkiye 1 Ağustos 1944’te Almanya ile bütün siyasal ilişkilerini kesti. 24 Şubat 1945’te de sembolik olarak Almanya’ya savaş açtı. Bu sayede Türkiye San Fransisko Konferansı’na çağrıldı ve Birleşmiş Milletler’i kuran ülkelerden birisi oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonuna dek Türk dış siyasetinin temel öğeleri şöyle özetlenebilir;
1-) Osmanlılardan gelen geleneksel bir dünya güç dengesi anlayışı ve dış politikada çok boyutlu ve ihtiyatlı yaklaşım,
2-) Ulusal bağımsızlık kavramı ve bunun korunması için askeri, siyasal ve ekonomik güç,
3-) Statükonun korunması ve maceraya atılmamak.
Savaştan sonra dış dünya Türkiye için dostça eğilimler yansıtmıyordu. Türkiye savaşta taraf tutmadığı için Sovyetlerden artık sempati görmüyor hatta Stalin 7 Haziran 1945’te Türkiye’den Boğazlarda bir askeri üs ve Kars ile Ardahan’ı istiyordu. Türk büyükelçisi Selim Sarper bu istekleri derhal reddetti. Bu dönemde Türkiye Batı’dan destek almıyor ve Sovyetlere karşı tek başına direniyordu. Batı ise Sovyetlerin Türkiye’ye saldırmasını bekliyordu ancak Türkiye’nin kararlı tutumu Sovyetleri durdurdu. Bu durumda Batı’da da Sovyetlere karşı güvenlik algılaması gelişince Türkiye ile Batı arasında doğal bir yakınlaşma gerçekleşti. Bu sebeple, Türkiye, ABD tarafından Truman Doktrini çerçevesinde desteklendi. Marshall yardımı ile ABD Türkiye’ye ekonomik yardımlarda bulundu. 1949 yılında NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) ve Avrupa Konseyi kuruldu. Türkiye Avrupa Konseyi’ne davet edildi ve hemen buraya katıldı. Ancak NATO Türkiye’nin Atlantik’le alakası olmadığı gerekçesiyle Türkiye’yi üyeliğe almak istemiyordu. Ancak beklediği fırsat 1952’de Kore Savaşı ile geldi ve Türkiye Kore’ye asker yollayarak Batı’daki müttefiklerine kendisini gösterdi ve NATO’nun da üyesi oldu. NATO’ya üye olduktan sonra Türkiye bölgesel birlikler aramaya başladı. Bunun nedenleri Sovyetlere karşı olan korku ve Doğu Akdeniz’de bölgesel güç olma isteğiydi. 1953’te Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya Ankara’da bir dostluk ve işbirliği antlaşması imzaladılar. Ancak Kıbrıs olayları nedeniyle yeniden alevlenen Türk-Yunan rekabeti ve Yugoslavya’nın SSCB’ye yanaşması sebebiyle Türkiye’nin Balkanlarda bir birlik kurma çabası ikinci defa sonuçsuz kaldı. Orta Doğu’da ise Türkiye, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında 1955’te Bağdat Paktı kuruldu. Ancak sonuçları pek olumlu olmadı zira Sovyetlerle ilişkiler iyice gerildi ve Arap ülkeleri de Türkiye’ye Batı’nın “Truva atı” gözüyle baktıkları için somut projeler geliştirilemedi. Daha sonra Bağdat Paktı CENTO adını aldı. DP döneminde ise Türkiye daha ziyade Batı’nın uydusu olarak algılandığı için ilk başarılı anti-emperyalist savaşı veren ülke olmasına rağmen üçüncü dünyada pek sempati görmedi. Örneğin Türkiye NATO üyesi olarak 1955’te Bandung Konferansı’nda yer aldığı için üçüncü dünyadaki öncü rolünü Hindistan, Irak ve Yugoslavya’ya kaptırdı. Dahası BM’de Cezayir’in bağımsızlığının aleyhine oy kullanarak tüm saygınlığını yitirdi. 27 Mayıs sonrasında ise Türkiye üçüncü dünyaya karşı daha saygılı ve dış politikada daha bağımsız davranmaya başladı.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizmin çökmesiyle dış dünya Türkiye ilişkilerinde yeni fırsatlar ve tehlikeler ortaya çıktı. Batı Yeni Dünya Düzeni’ni dayatırken, Türkiye de bölgesinde daha fazla söz sahibi olan ve Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar, Karadeniz ve Orta Asya gibi bölgelerde oyun kuran bir ülke haline gelmek istiyordu. Ayrıca Türk dış politikasının oluşmasında Kıbrıs Sorunu, Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci, NATO üyeliği, Ege Sorunu, Kürt Sorunu, sözde Ermeni soykırımı iddiaları, ASALA ve PKK terörü, Avrupa’ya gönderilen göçmen işçiler gibi önemli konular etkili olmuştur.
Nüfus
Türkiye’deki toplumsal değişme sürecinin kimi somut etkileri nüfus üzerinde kolaylıkla gözlemlenebilir. Nüfusun artışı, cinsiyete, yaş gruplarına, dini ve mezhepsel mensubiyetlere, ana dile, çalışan-çalışmayan nüfusa, meslek gruplarına göre dağılımı, okur-yazarlık ve benzeri istatistikler bir ülkenin toplumsal yapısını ve siyasal gelişmelerini açıklamak açısından çok yardımcı olabilir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927 tarihinden bu yana toplam 14 nüfus sayımı yapılmıştır. Aslında Osmanlı zamanında da nüfus sayımları yapılmaktaydı. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman zamanında tutulan defterlere göre Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyılda nüfusu 11,5 milyon kadardı. İlk ciddi nüfus sayımı ise II. Mahmut döneminde 1831’de yaptırıldı. 1884’te yapılan sayım sonuçlarına göre Osmanlıların nüfusu 28,9 milyon dolaylarındaydı. Bu nüfusun 11,8 milyonu Anadolu’da, kalanı devletin Anadolu dışındaki topraklarındaydı. 1923 yılında Cumhuriyet kurulduğunda ise nüfus 12 milyon civarındaydı.
YIL | NÜFUS | ARTIŞ (%) |
1927 | 13.648.270 | – |
1935 | 16.158.018 | 21.20 |
1940 | 17.820.950 | 19.59 |
1945 | 18.790.174 | 10.59 |
1950 | 20.947.188 | 21.73 |
1955 | 24.064.763 | 27.75 |
1960 | 27.754.820 | 28.53 |
1965 | 31.391.421 | 24.63 |
1970 | 35.605.176 | 25.19 |
1975 | 40.347.719 | 25.01 |
1980 | 44.736.957 | 20.65 |
1985 | 50.664.458 | 24.88 |
1990 | 56.473.035 | 21.71 |
1997 | 62.865.574 | 15.08 |
2000 | 67.803.927 | 18.28 |
YIL | KADIN | ERKEK |
1927 | 7.084.391 | 6.563.879 |
1935 | 8.221.248 | 7.936.770 |
1940 | 8.922.038 | 8.898.912 |
1945 | 9.343.594 | 9.446.580 |
1950 | 10.374.631 | 10.572.557 |
1955 | 11.831.342 | 12.233.421 |
1960 | 13.590.932 | 14.163.888 |
1965 | 15.394.457 | 15.996.964 |
1970 | 17.598.190 | 18.006.986 |
1975 | 19.602.989 | 20.744.730 |
1980 | 22.041.595 | 22.695.362 |
1985 | 24.992.483 | 25.671.975 |
1990 | 27.865.988 | 28.607.047 |
YIL | KENT (%) | KÖY (%) |
1927 | 24 | 76 |
1935 | 23 | 77 |
1940 | 24 | 76 |
1945 | 25 | 75 |
1950 | 25 | 75 |
1955 | 29 | 71 |
1960 | 34 | 66 |
1965 | 35 | 65 |
1970 | 38 | 62 |
1975 | 42 | 58 |
1980 | 44 | 56 |
1985 | 53 | 47 |
1990 | 59 | 41 |
1997 | 65 | 35 |
2000 | 65 | 35 |
Yaş açısından bakarsak; 1935-1990 döneminde Türkiye’de 15-64 yaş arası nüfus daima yüzde 50-60 arası olmuştur. 0-14 yaş arası grup ise yüzde 35-42 arasında seyretmiştir. 65 yaş üzeri yaşlı nüfus ise yüzde 3-4 dolaylarında kalmıştır. Bu da Türkiye’de nüfusun genç olduğunu göstermektedir. Türkiye’de genç nüfusun ve hızlı nüfus artışının bir süre daha etkili olacağı ancak ülke nüfusunun 90 milyonu bulmasından sonra yaşlı nüfusun artması sebebiyle nüfus artışının duracağı tahmin edilmektedir. Dinsel mensubiyetler açısından bakıldığında Türkiye’de Müslüman nüfus toplumun % 99’unu oluşturmaktadır. Diğer dinlerden ancak çok küçük azınlık grupları Türkiye’de yaşamaktadır. Ancak Türkiye’de Müslüman nüfus içerisinde homojen bir kitleden söz edilemez, zira farklı mezhepler, cemaatler ve birbirinden oldukça değişik İslam algılayışları ve pratikleri nedeniyle çoğulcu bir yapının olduğu söylenebilir. Dil açısından bakıldığında, anadili Türkçe olan nüfusun 1969’da yüzde 90 oranında olduğu ancak 2000’lere gelindiğinde anadili Kürtçe olan nüfusun yüzde 15-20 düzeyinde olduğu görülmektedir. Güneydoğu Anadolu bölgesindeki hızlı nüfus artışının birçok sosyal soruna kaynaklık ettiği de gözden kaçmamaktadır. Okur-yazarlık açısından oldukça düşük düzeyde başlanmasına karşın Cumhuriyet tarihi boyunca ciddi yol alınmış ve erkek ve kadınlarda yüzde 90 oranları 2000’li yıllarda yakalanmıştır. Eğitim açısından da 1960’larda yüzde 3 düzeyinde olan yükseköğrenim gören nüfus, 1990’larda yüzde 20 düzeyine taşınmıştır. Aynı dönemde lise mezunları yüzde 18’den yüzde 45’e, ortaokul mezunları yüzde 20’den yüzde 62’ye yükselmiştir.
Kentleşme
Kentleşme olgusunun başlangıcı, insanlığın “avcılık ve çobanlık” evresinden “yerleşik hayata” geçiş dönemine kadar uzanmaktadır. Bu bağlamda da kentlerin ortaya çıkışı uygarlıkların doğuşu ile özdeşleşmektedir. Nitekim uygarlık, organize edilmiş bir toplumsal yaşam olarak tanımlandığında, bu yaşam biçimini yoğun olarak kentlerde görmek olasıdır. Antik çağlarda bazı kent yerleşmelerinin olduğu bilinmekle beraber, bu kentlerin büyüklüklerine ilişkin fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak MÖ. 6. ve 4. yüzyıllarda nüfusu 100.000’den fazla olan Babil, Roma, Atina gibi kentlerin olduğu bilinmektedir. Bu dönemde yerleşimdeki en önemli etken uygun doğal koşullar olmuştur. Ortaçağlarda da hızlı bir kentleşme yaşanmamıştır. Bu dönem kentlerinde ya siyasal ve kültürel işlevler ya da sadece ekonomik işlevler egemen olmuştur. Kentleşme sürecinin hız kazanmasında en önemli etken sanayi devrimi olmuştur. İngiltere’de başlayan sanayi devrimi belirli aralıklarla Almanya, Fransa, İsviçre, Belçika gibi diğer Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Batı’da Sanayi Devrimi ile başlayan bu değişim iki yüzyıl sürmüş, günümüzde ise bu toplumlar bir kent toplumu haline dönüşmüşlerdir. Kentleşme, günümüz toplumlarının başlıca özelliklerinden birini oluşturmaktadır. Nitekim günümüzde toplumların kentleşme oranlan gelişmişlik düzeyinin önemli bir göstergesi olarak kullanılmaktadır. Çünkü Sanayi Devrimi sonrası kentleşme, sanayileşmenin bir yan ürünü olarak gerçekleşmektedir. Bu bağlamda da kentleşme ve sanayileşme birbiriyle yakından ilişkili iki olgu olarak kabul edilmektedir. Hiçbir uygarlıkta, kent yaşamı, ticaret ve sanayiden bağımsız olarak gelişmemiştir. Ne antik çağda, ne de modern zamanlarda bu kuralın dışında kalan bir durum olmamıştır. Kentleşme olgusunun temel özelliği nüfusun belirli bir alanda yoğunlaşmasıdır. Bu anlamda ve dar bir bakış açısıyla ele alındığında kentleşme, kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun artışını içerir. Bu tanımlamayla kentleşme sadece bir demografik olaydır. Bu demografik nitelikli olay, nüfus artışı veya kırsal kesimden kentsel alanlara göç yoluyla gerçekleşir.
Ancak kentleşme olgusu sadece basit bir demografik olay değildir. Bu olguyu yaratan nedenlerin yanı sıra, bu olgunun sonucunda ortaya çıkan sosyo-ekonomik değişmeler söz konusudur. Bu neden sonuç ilişkilerini kapsayacak biçimde ve geniş bir bakış açısıyla ele alındığında kentleşme; sanayileşme ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve bugünkü kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşme, işbölümü ve uzmanlaşma yaratan insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikim sürecidir. Kentleşmenin bu geniş tanımından hareketle, bu olgunun bazı temel özelliklerinin saptanması olanaklıdır. Öncelikle kentleşme bir değişimi, bir süreci içeren devingen bir kavramdır. Kentleşmenin bu özelliği kentleşme ile kentleşme düzeyi (oranı) kavramlarının ayrı anlamlarda kullanılmasına yol açmaktadır. Kentleşme düzeyi, bir ülke veya bölge de belirli bir anda belirli bir tanıma göre kent sayılan yerleşme yerlerinde yaşayan nüfusun toplam nüfusa oranıdır. Bu bağlamda kentleşme oranı durağan (statik) bir içerik taşımaktadır. Bu anlamda kentleşme, belirli bir ülke veya bölgenin, belirli bir zaman diliminde kentleşme oranında meydana gelen değişme olarak tanımlanabilir. Kentleşme olgusunun ikinci temel özelliği, demografik bir süreci içermesidir. Bu süreç kentsel alanlarda doğum oranlarının ölüm oranlarından fazla olmasının yanı sıra, kırsal alanlardan kentlere gelenlerle yani göçler yoluyla gerçekleşmektedir. Kuşkusuz bu demografik hareketlenme de kırsal alanlardaki yapı değişiminin yanı sıra kentsel alanlardaki gelişmenin etkisi önemli olmaktadır. Kentleşme olgusunun üçüncü temel özelliği ekonomik niteliklidir. Öncelikle kentleşme, sanayileşme ve ekonomik gelişmeye koşut olarak ortaya çıkan bir olgudur. Bu bağlamda da bir yandan kırsal kesimde verimlilik artışına paralel olarak tarımsal yapı değişime uğrarken, diğer yandan kırsal kesimden kentsel kesime nüfus aktarımı gerçekleşmektedir. Böylece de istihdam içinde sanayi ve hizmetlerin payı artarken, tarımın payı azalmaktadır. Bu gelişime paralel olarak ta toplumlar tarım toplumundan sanayi toplumu olmaya yönelmektedirler. Böylece de kentleşmeyle birlikte toplumların ekonomik niteliği değişmektedir. Kentleşmenin dördüncü temel özelliği de “insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan” bir süreç olmasıdır. Bu bağlamda da kentleşme bir toplumsal değişim ve biçimlenme sürecini kapsamaktadır. Kentleşme tarımsal yapıdaki ve sanayideki değişmelerin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Ancak kentleşme aynı zamanda toplumsal değişme sürecini önemli ölçüde etkileyen ve bazı toplumlarda hızlandırabilen bir olgudur. Bu değişim içinde insan ilişkileri yeniden düzenlenirken, ilişkiler çıkar dengesine dayalı olarak kurulmaktadır. Ayrıca bu ilişkilerde bireyci ve akılcı tutumlar egemen hale gelmektedir. Böylece de kırsal kesimden kente göçenlerde bir “kentlileşme” süreci başlamaktadır. Kentleşme sürecinin beşinci temel özelliği yönetimsel bir örgütlenme sürecini içermesidir. Kentleşme sürecindeki hızlanmaya paralel olarak kentlerdeki büyüme de hızlanmıştır. Hızla büyüyen kentlerde sorunlar da hızla artış göstermektedir. Böylece artan sorunlara çözüm bulmak amacıyla yeni yönetimsel örgütlenmelere gidilmektedir. Büyükşehir yönetimi biçimindeki örgütlenmeler bu değişimin tipik bir örneğidir. Ayrıca kentleşme sonucu nüfusun büyük kısmının kentlerde yaşar hale gelmesi, merkezi yönetim ile yerel yönetimlerin yetki paylaşımının tartışılmasına ve bu bağlamda yerel özerkliğin arttırılması taleplerinin artmasına yol açmaktadır.
Önceki açıklamalar ışığında kentleşmenin temel özellikleri aşağıdaki gibi sıralanabilir;
– Kentleşme, ister bir yerleşmenin kente dönüşmesi, ister bir kentin büyümesi biçiminde olsun, nüfusun kentlerde yoğunlaşması olarak demografik bir süreçtir.
– Kentleşme, nüfusun tarımdan sanayi ve hizmetlere kayması ile birlikte kentsel istihdam biçimlerinin ağırlık kazanmasına yol açmaktadır.
– Kentleşme, fiziksel çevre ve yaşam koşullarında bir değişme yaratır.
– Kentleşme, toplumsal değişme ve yeniden biçimlenme sürecidir.
– Kentleşme, yeni örgütlenme biçimlerini ortaya çıkarır.
YIL | KENT (%) | KÖY (%) |
1927 | 24 | 76 |
1935 | 23 | 77 |
1940 | 24 | 76 |
1945 | 25 | 75 |
1950 | 25 | 75 |
1955 | 29 | 71 |
1960 | 34 | 66 |
1965 | 35 | 65 |
1970 | 38 | 62 |
1975 | 42 | 58 |
1980 | 44 | 56 |
1985 | 53 | 47 |
1990 | 59 | 41 |
1997 | 65 | 35 |
2000 | 65 | 35 |
Kentleşme süreci içerisinde kentlileşen insan, ekonomik ve sosyal açıdan iki boyutta değişime uğramaktadır. Ekonomik açıdan kentlileşme, kişinin geçimini tamamen kentte ve kente özgü işlerde sağlayacak duruma gelmesiyle gerçekleşir. Sosyal açıdan kentlileşme ise, kır kökenli insanların kente özgü tavır ve davranış biçimlerini, toplumsal ve manevi değer yargılarını benimsemesi ile gerçekleşebilmektedir. Plansız kentleşme süreçleri beraberinde kentlileşmenin sosyal ve ekonomik anlamlarının tam olarak yerine getirilememesi ya da çarpık biçimde yaşanması sonucunu doğurabilir. Türkiye’de de bütün geç modernleşen Batı dışı toplumlarda görülen bu sorunları görmek fazlasıyla mümkündür. Bu doğrultuda bazı kavramlar; gecekondu, arabesk kültürü, arabesk müzik, çarpık kentleşme, dolmuş, plansız kentleşme, gettolaşma, büyükşehir, metropol, popülizm, patron-müşteri ilişkisi, yoksunluk teorisi.
Aile
Toplumsal yaşamın çok önemli bir unsuru ailedir. Aile, akrabalık bağlarıyla doğrudan birbirine bağlanmış olan ve yetişkin üyelerinin çocukların bakımından sorumlu olduğu bir grup insandan oluşan topluluğa verilen isimdir. Akrabalık bağları, ya evlilik yoluyla ya da kan bağları yoluyla oluşturulmuş olan bağlantılardır. Evlilik ise, iki yetişkin insan arasındaki toplum tarafından tanınan ve onaylanan bir cinsel-hukuki birliktelik olarak tanımlanabilir. İki insan evlendiklerinde birbirlerine akraba olur ve akrabalarını da birbirlerine bağlarlar. Çekirdek aile, bir evde kendi çocukları ya da evlat edinilmiş çocuklarıyla yaşayan iki yetişkin bireyden oluşan küçük ve günümüz dünyasında çok yaygın olan modern aile türüdür. Evli çift ve çocuklarının dışında yakın akrabalar da aynı evde yaşıyor olduklarında ise geniş aileden söz ediyoruz. Osmanlı toplumunun geleneksel, ataerkil geniş ailesi, Atatürk devrimlerinin değiştirmeyi amaçladığı kurumlardan birisiydi. Aslında Atatürk’ün kafasındaki düşünce, kadınların özgürlüğe kavuşmasıydı. Osmanlı aile hukuku şeriata dayalı mecelle tarafından düzenlenmişti. Mecelle, erkeğin çok eşli evliliğine izin veriyordu. Ayrıca Osmanlı ailesi tam bir ekonomik ve toplumsal bir birlikti. Erkek, bu birliğin başıydı ve buyruğu tartışılmazdı. Bu niteliğiyle, Osmanlı ailesi, kesin bir ataerkil yapıya sahipti. Bugün ise, 1982 anayasası, aileyi tanımlamamış olmakla birlikte, esas olarak anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileyi öngörmekte, fakat öteki aile tiplerine kapalı bir nitelik taşımamaktadır.
Türkiye’de ailenin yapısal değişmesi, hukuksal güdümlemelerle desteklenmiştir. İsviçre Medeni Yasası’nın Türkiye’ye aktarılması, Meclis tarafından 1926 yılında kabul edildi. Bu yasa, gerek aile mallarının yönetiminde, gerekse ölümden sonra servetin paylaşılmasında, kadına, erkekle eşit haklar tanıyordu. Bu yasa ile erkeğin çok eşli evliliği yasaklanmış ve evlilik anlaşması yasaların güvencesi altına alınmıştır. Medeni yasanın getirdiği haklara ek olarak, başka önlemler de alınıyordu. 1930 yılında, kadınlara yerel seçimlerde oy kullanma hakkı verildi. 1934’te anayasa değiştirilerek, bu hak, genel seçimleri de kapsayacak biçimde genişletildi. 1935’te ilk kadın vekil Meclis’e girdi. Bütün bu değişmeler sonunda, kadınlar eğitimde ve ekonomik etkinliklerde de erkeklerle eşit haklardan yararlanmaya başladılar. Sonuçta, bugünkü toplum yapımızın bir öğesi olarak “çağdaş çekirdek aile” ortaya çıktı. Bu tip aile; anne, baba ve küçük çocuklardan oluşmaktaydı. Çekirdek aile, bugün Türkiye’de gerek kentsel, gerek kırsal bölgelerde egemen aile yapısı olarak gözükmektedir. Tek eşlilik çok büyük ölçüde kabul görmüştür. Ancak kırsal ailelerde çekirdek aile yapısına rağmen hala ciddi sosyal sorunlara rastlanmaktadır. Eş seçimine izin verilmemesi, toprak mülkiyeti, başlık parası, töre cinayetleri, imam nikâhı, kadına yönelik şiddet, çocukların üretim aracı olarak görülmesi gibi çok ciddi sosyal sorunlar bazı kırsal ailelerde gözlemlenmektedir. Şehirlerde yaşayan çekirdek ailelerde ise, boşanma, geçimsizlik, ekonomik sorunlar gibi daha farklı sorunlar göze çarpmaktadır. Bir diğer önemli aile tipi “gecekondu ailesi”dir. Gecekondu ailelerinde yetişen çocukların ekonomik ve sosyal olarak yaşadıkları ciddi sorunlar diğer başka sosyal sorunlara uygun bir ortam yaratmaktadır. Nüfus artışı nedeniyle ülkemizde aile planlaması olgusu zamanla gündeme gelmiştir. Ancak aile planlamasına yönelik başlarda tutucu tepkiler gösterilmiştir. Oysa İslam dininde aile planlamasına karşıt bir hüküm yoktur. Aile ve evlilik konusuyla ilgili bir diğer önemli konu boşanmadır. Boşanmanın son yıllarda büyük artış göstermesi Batı toplumlarında ciddi bir sorun olarak gözükmektedir. Ayrıca Batı toplumlarında çocuk yapılmaması ve nüfusun azalması da bir diğer önemli sorundur. Artan bireysellik ve bireyciliğe ek olarak, kadının sosyal ve ekonomik olarak güçlenmesi boşanmayı kolaylaştıran bir faktör olarak değerlendirilebilir. Boşanmanın özellikle çocuklar üzerindeki etkisi toplumun geleceği konusunda kaygılar uyandırmaktadır. Sevgisiz yetişen çocukların gelecekte sağlıklı bir toplum meydana getirmesi zordur. Özellikle gelenekselliğin ağır bastığı toplumlarda “dul kadın”, “boşanmış kadın” imajı kadınları zor durumda bırakmaktadır. Aile ile alakalı diğer önemli ve vahim meseleler ise aile içi şiddet ve çocukların cinsel suiistimalidir. Aile içi şiddet nedeniyle sorunlu bireyler yetişmekte ve şiddet toplumsallaşmakta, yayılmaktadır. Çocukların cinsel suiistimali ise ensest olarak adlandırılan aile için cinsel ilişki yoluyla yaşanmakta ve bireyler üzerinde derin travmalar yaratmaktadır.
Türkiye’de Toplumsal Yapının ve Değişmenin Değerlendirilmesi
Merkezi bir feodal İmparatorluk olan Osmanlı Devleti, kuramsal biçimiyle değişmeyi önleyici niteliklere sahipti. Bu yüzden, toplumsal ve ekonomik gelişmeyi engelliyordu. Değişmenin sürekli olarak engellenmesi olanaklı olmadığı için, Osmanlı düzeni 16. yüzyıldan sonra özelliklerini yitirmeye başladı. Toplumun içine girdiği değişme süreci, sağlıklı bir toplumsal ve ekonomik evrimleşmeden çok, bir bozulmaydı. Çünkü devlet, güçlü toplumsal ve ekonomik grupların ortaya çıkmasını engellemek için sürekli bir çaba içerisindeydi. Bu yüzden, Osmanlı’da sınıfsal yapı, toplumsal ve ekonomik ölçütlere göre değil, siyasal ölçütlere göre belirlenen bir niteliğe sahipti. Bir başka deyişle, Osmanlıların sınıfsal nitelikleri toplumsal ve ekonomik yapının bir sonucu değil, siyasal yapının bir ürünüydü. Osmanlı’da siyasal olarak üç temel sınıf vardı; yönetici sınıf, yönetilen sınıf, ara sınıflar. Ara sınıflar, bozulan toprak düzeni ve bürokrasi sonunda güçlenmişlerdi. Tarımsal ürünü ve tarımsal nüfusu tam anlamıyla denetleyemedikleri için, yönetici sınıfla sömürülen tarım kesimi arasında ancak aracılık görevini yerine getiriyorlardı. Bir kısmının küçük oranda ticaret ve mamul bir madde üretimiyle uğraşmasına karşın, anlamlı bir sermaye birikimi oluşturmamışlardı. Öte yandan, merkezi güç, ideolojik bütünlüğe sahip bir bürokrasi biçiminde, kendi içinde ve kendisi için bir sınıf durumuna gelmişti. Bu merkezi iktidarın önemli bir kesimi, daha sonra ara sınıflarla birleşerek Atatürk Devrimi’nin ardındaki temel toplumsal ve ekonomik güç kaynağını oluşturmuştu.
Osmanlı’nın Batı karşısında gerileyişi ve çöküşü, Batı toplumlarının geçirdikleri Aydınlanma ve Sanayi Devrimi’nden uzak kalmasıyla yakından alakalıydı. Değişme yönündeki baskılarla, devletin kısıtlayıcı denetiminin çatıştığı Osmanlı toplumu, İmparatorluğun gittikçe büyüyen mali ve askeri gereksinmelerini karşılayamaz olmuştu. Bu çıkmazın ardında yatan temel neden, ilerleyen tekniğe bağlıydı. 15. yüzyılın sonuna doğru Osmanlı ordusuna ateşli küçük silahların sokulmuş olması, piyadeyi örgütlenmenin temel taşı durumuna getirmişti. Bunun sonucu olarak, süvari önemini yitirmeye başladı. Bu değişme ise, orduya atlı asker veren toprak sisteminin işlevini ve önemini azalttı. Sonuç olarak, toprağa dayalı Osmanlı yapısı bozulmaya başladı. Batı’nın ekonomik bakımdan ilerlemesi, Batı ülkelerinin askeri üstünlüğüyle sonuçlandı. Böylece, devlet, gittikçe Batı’nın denetimi altına girmeye başladı. Batı’nın ekonomik, mali ve askeri denetimi, çeşitli etnik gruplar arasında gelişen ulusçuluk akımlarıyla da birleşince, Osmanlı’nın çöküşü hızlandı. Yabancı ekonomilere bağımlı bir kapitalist sınıfın doğmakta oluşu, yerli imalat çabalarını, daha bu çabalar emekleme dönemindeyken öldürdü. Yerli imalatçıların, Avrupa ekonomisi ile yarışması olanaksızdı. Çünkü teknik geri, sermaye yetersizdi. Ayrıca kapitülasyonlar yoluyla Batılılara tanınan hukuksal, ekonomik ve mali ayrıcalıklar da böyle bir yarışmayı iyice olanaksız kılıyordu. Bu gelişmelerin sonunda, Batı’dakinin aksine yönetilen sınıf değil, yöneten sınıf kendi arasında farklılaşmaya başladı. Askeri ve sivil bürokrasi Sultan-Halife’ye karşı güçlü bir blok olarak ortaya çıktı. Halk ise, bu mücadeleye destek vermiyordu. Çünkü bu mücadelenin altında halkı ilgilendiren toplumsal ve ekonomik gelişmeler yoktu. Bu ortamda, devletçi-seçkinci cephe doğdu.
Devletçi-seçkinlerin oluşması, diyalektik olarak Batılılaşma çabalarına karşı gelenekçi-liberal tepkileri yarattı. Devletçi-seçkinler, İTC ile iktidarı ellerine geçirdiler. İTC, modernleşmeyi savundu ve ulusal bir burjuvazi yaratmak istedi. Ancak iktidara gelmesinden hemen sonra I. Dünya Savaşı başladı ve projelerini uygulamaya sokamadılar. Atatürk de İTC’nin yolundan ilerledi; ancak onlara göre çok daha kapsamlı ve kökten bir dönüşüm öngörüyordu. Dahası, İTC gibi başarısız olmadı ve bu reformları başarıyla gerçekleştirdi. Çağdaş bir ulus-devlet yaratmak isteyen Atatürk, bu doğrultuda milli iktisat politikası ile demokrasiyi geliştirecek bir ulusal burjuvazi yaratılmasını öngördü. Ancak sermaye birikimi olmadığı için, Türkiye’de liberal ve devletçi ekonomik modellerin karışımı olan karma ekonomik model uygulandı. 1960’larda sanayileşme alanında ciddi adımlar atıldı ve sınıflaşma ortaya çıktı. İşçi sınıfının ortaya çıkışıyla beraber, Türkiye’de sınıfsal-sol hareketler öğrenci hareketlerinin de desteğiyle hızla güç kazanmaya başladı. 1960-1980 dönemi, bu nedenle oldukça çalkantılı geçti. 12 Eylül sonrası ise, Türkiye ekonomisi hızla liberalleşti ve dünya kapitalist sistemine entegre oldu. Türkiye’de sermayenin çeşitlenmesi de 12 Eylül sonrasının ilginç bir özelliğiydi. Bu dönemde cumhuriyetin palazlandırdığı İstanbul burjuvazisine (TÜSİAD) rakip olarak Anadolu merkezli yeni ve muhafazakâr bir sermayedar sınıfı doğdu. Toplumda yaşanan kültürel ikiliği, aslında bu iki sermaye grubu arasında da görmek mümkündür.
Sonuç olarak, Prof. Dr. Emre Kongar’ın 21. Yüzyılda Türkiye adlı eseri, Osmanlı-Türk siyasal tarihi ve bu devletlerin sosyal, ekonomik, demografik ve kültürel yapılarını anlamak için son derece faydalı ve kapsamlı bir eser olarak değerlendirilmelidir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında detaylı bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Emre_Kongar. Twitter adresi için; https://twitter.com/emrkongar?lang=tr.
[2] Kitap buradan alınabilir; http://www.idefix.com/Kitap/21Yuzyilda-Turkiye/Emre-Kongar/Arastirma-Tarih/Sosyoloji/urunno=0000000054835.