Kitabın Künyesi: Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çeviren: Sedat Cem Karadeli, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014.
Kitabın kapağı
Giriş
Türkiye’de çalışan tanınmış akademisyen Feroz Ahmad’ın kaleme aldığı Bir Kimlik Peşinde Türkiye adlı eser, Osmanlı’nın kuruluşundan günümüz Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar geçen uzun tarihsel süreci, politik, iktisadi ve içtimai dönüşüm süreçleriyle birlikte ele alması bakımından titiz bir akademik çalışmanın ürünüdür. Bu bakımdan kitap, günümüzün modern Türkiye’sine kadar olan süreci kimlik sorunsalı üzerinden ele alarak Türkiye siyasal hayatının da bir hülasasını okuyucuya sunmaktadır. Tüm bu gelişmeler ışığında kitap temelde sekiz bölümden oluşmaktadır. Bu yazıda, eserin kısa bir özeti takdim edilecektir. Şüphesiz ki kitabın tüm yönleriyle kavranabilmesi için tamamının okunması gerekmektedir.
Yazar Hakkında
Hint kökenli Amerikalı ve Türk vatandaşlığı da bulunan dünyaca ünlü tarihçi Feroz Ahmad[1], 1938 Delhi doğumludur. Tarih üzerine eğitim görmüş olup (lisans eğitimini 1958’de Delhi Üniversitesi Tarih bölümünde almıştır), 1966’da University of London’dan doktora derecesini elde etmiştir. Burada Bernard Lewis’in yanında “Türk Politikasında İttihat ve Terakki Partisi 1908-1913” isimli doktora tezini hazırlamış ve tez kapsamında 1962-1964 yılları arasında Türkiye’de çalışmalar yapmıştır. Ahmad, yurtdışındaki birçok üniversitede (Columbia Üniversitesi, Massachusetts Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi) Tarih branşında dersler vermiş olup, emekli olduktan sonra vatandaşlığına da hak kazandığı Türkiye’ye yerleşmiştir. 2005’ten itibaren, İstanbul’daki Yeditepe Üniversitesi’nde, Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi ve Tarih bölümlerinde ders vermektedir.[2] Feroz Ahmad’ın temel çalışma alanları; Osmanlı Tarihi, Türk Siyaseti ve İttihat ve Terakki’dir. Yazarın bu konulara ilişkin yazılmış çok sayıda bilimsel çalışması söz konusudur. Ahmad, 2014 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Çankaya Köşkü’nde Liyakat Nişanı ile onurlandırılmıştır.[3]
Abdullah Gül ve Feroz Ahmad
Kitabın Analizi
Kitabın birinci bölümünde, “Osmanlılar: Devletten İmparatorluğa (1300-1789)” başlığı altında, Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinden Fransız İhtilali’ne kadar geçen zaman dilimi mercek altına alınmıştır. İlk olarak Osmanlı Hanedanın ortaya çıkışının tarihsel gelişimine değinilerek, Osmanlı’nın kökenlerinin Selçuklulara dayandığı aktarılmaktadır. Öyle ki, Selçukluların Moğollara yenilmesinin akabinde Anadolu’da birçok beyliğin bağımsızlığını ilan etmeye başladığını belirten Ahmad, Osman Bey’in adını benimseyen ve İngilizcesi “Ottoman” olarak lanse edilen Osmanlı’yı ele almaktadır. Eserde, Osman Bey’in bağımsızlığını ilan ettikten sonra topraklarının Bizans’a komşu olmasının ona dini bir savaş yapma imkânı tanıdığına değinilerek, bu durumun Osmanlı’ya diğer beyliklere nazaran bir üstünlük sağladığına yer verilmektedir. Osmanlı Devleti’ne ilişkin tarihsel anlatıyı sürdüren yazar, Osman Bey’in halefi olan Orhan Bey döneminde toprakların genişletildiğine ve Batı’da “yeni birlikler” manasına denk düşen Yeniçeri kurumuyla birlikte devletin kurumsal temellerinin atıldığına dikkat çekmektedir. Nitekim İslam dünyasında köle ordusu fikrinin olduğuna değinilse de, “devşirme” adı verilen Hıristiyan topluluklardan gençlerin toplanarak askeri ve yönetici şeklinde eğitilmesinin bir yenilik olduğunun altı çizilmektedir. Bu noktada ordunun gelişimine parantez açan yazar Ahmad, devşirmelerin zaman içerisinde Sultan’ın gücünü boy önderlerine karşı arttırdığını belirtmektedir. Devşirmelere dair bilgi aktarımına devam eden yazar, onların liyakat yoluyla geldiğine değinerek, bu yöntemin Hıristiyan toplulukların imparatorluk sistemine eklemlenmesinde son derece işlevsel olduğunu vurgulamaktadır. Kitabın bu bölümünde, orduya dair tafsilatta bulunulduktan sonra, Osmanlı’nın genişleme hareketlerine yer verilerek, devletin Balkanlara girişinin politik seyrüseferi özetlenmektedir. Ayrıca, herşeye rağmen 15. yüzyıla gelindiğinde Anadolu’da tam anlamıyla bir siyasi birliğin sağlanamadığına değinilerek, Osmanlı hanedanlığının artan gücünün Anadolu’da rekabet eden beylikleri tedirgin ettiği okuyucuya aktarılmaktadır. Nitekim bu süreçte Timur’un Anadolu’yu geçerek Ankara Savaşı’nda Osmanlıları yenmesinin yarattığı sonuçlara odaklanan yazar, bu durumun Anadolu beyliklerine geçici bir hayat hakkı tanıdığına ve Bizans’ın ömrünü bir elli yıl kadar daha uzattığına dikkat çekmektedir. Tüm bu gelişmeler çerçevesinde, Osmanlı’daki Fatih Sultan Mehmet etkisine değinen Ahmad, O’nun Anadolu beylerinin gücünü kırarak Osmanlı İmparatorluğu’nu daha otokratik ve bürokratik bir yönetim sistemine dönüştürdüğünü ifade etmektedir. Bu dönemde İstanbul’un Bizans’ın elinden alınmasına da özel bir parantez açılarak, Rum Ortodokslarının Katoliklerden ziyade kendi inançlarını sürdürmelerine müsaade eden Osmanlı’ya daha müspet baktıklarına yer verilmektedir. Keza Ermeni Kilisesi’nin de bu dönemde dini ve kültürel özerklik kazandığına dikkat çeken yazar, laisizm öncesi Osmanlı toplumunda dini bağlılığın bireysel değil, toplumsal bir mesele olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim “millet sistemi”nin, asimilasyona yönelik bir çabaya teşebbüs etmeksizin imparatorluğun rahat işlemesine olanak tanıyacak pratik bir eklemlenmeyi sağladığına dikkat çekilmektedir. Bütün bu gelişmeler göz önüne alındığında, Osmanlı Devleti’nin genişlemesi sürecine odaklanan yazar, Osmanlı’nın salt Avrupa’yla savaşmadığını okuyucuya hatırlatarak, Osmanlıların Safevilerle olan mücadelesine de dair ayrıntılı bilgi aktarımında bulunmaktadır. Osmanlı’ya dair tarihsel çözümlemelerini sürdüren Ahmad, Kanuni Sultan Süleyman’a ayrı bir parantez açarak, O’nun belki de Osmanlı Sultanlarının en ünlüsü olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim Batılılar tarafından “Muhteşem Süleyman” olarak adlandırılan Kanuni’nin de selefleri gibi topraklarını genişlettiğine değinilmekte olup, O’nun ölümünden sonra Sadrazamların Sultan’ın pek çok yetkisini eline almaya başladığını ve nihayetinde Padişah’ın gittikçe daha fazla saray merkezli hale geldiğine yer verilmektedir. Osmanlı’nın ekonomisine dair de çıkarımlarda bulunan yazar, toprağın devlete ait olduğuna değinerek, imparatorluğun hem toprağı, hem de tarımsal üretimi kontrol ettiğini belirtmektedir. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman döneminin geleneksel manada Osmanlı İmparatorluğu için bir doruk noktası olduğu hatırlatılarak, bu dönemden sonra gelen Padişahların ekseriyetle yeteneksiz olduklarına yer verilmektedir. Hatta ancak IV. Murat gibi feraset sahibi bir Padişah ve Sokullu Mehmet Paşa gibi üstün vasıflı Sadrazamlar sayesinde devletin ayakta kaldığına değinilmektedir. Osmanlı’nın bürokratik yönetim şekline dair de ayrıntılı açıklamalarda bulunan yazar, 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde imparatorluğun uç sınırlara ulaştığını ve Keşifler Çağı ile birlikte devletin ticaretten elde ettiği gelirin azaldığını vurgulamaktadır. Öyle ki, Batı’nın merkantilist politikası karşısında Osmanlı’nın kendi ekonomik sistemini korumaktan aciz olduğuna değinilse de, Osmanlı’nın gerilemesinin sert bir şekilde gerçekleşmediği aktarılmaktadır. Tüm bu gelişmeler ışığında, Osmanlı’nın 17. ve 18. yüzyıllarda kendisini ayakta tutmayı başardığını belirten yazar, bu kriz ortamının en ciddi sonucunu Yeniçeri-Ulema ittifakı olarak değerlendirmektedir. Zira yapısal reformların önüne ket vuran bu ittifakta Yeniçerilerin silah zoruyla iktidarı yönlendirirken, Ulemanın da bu duruma ideolojik meşruiyet kazandırdığının altı çizilmektedir. Bu dönemde Osmanlı üzerinde artan Avrupa etkisinin ordudaki yansımalarını özetleyen Ahmad, 18. yüzyıldaki reformların bölük pörçük niteliğine dikkat çekerek, III. Selim 1789’da devletin başına geçtiğinde, 1908’de devrimle sonuçlanacak uzun dönemli bir reform çağını başlattığını belirtmektedir.
Kitabın “Reformdan Devrime (1789-1908)” adlı ikinci bölümünde, Osmanlı’daki reform sürecine ve 1908 Devrimi’nin yansımalarına odaklanılmaktadır. III. Selim döneminin politik panoramasının bir hülasasını okuyucuya sunan yazar, devlet için sürekli hale gelen Yeniçeri sorununu ele almaktadır. Reformlara karşı muhalefet eden ve asayiş sorunlarına yol açan Yeniçerilerin II. Mahmut tarafından kaldırılmasının tarihte “Vaka-i Hayriye” yani diğer bir deyişle “hayırlı olay” olarak yer aldığı hatırlatılmaktadır. Bilindiği üzere, Yeniçerilerin desteği olmaksızın Ulemanın reformları engelleme gücü kalmamıştır. Dolayısıyla, reformlarda bir hızlanmanın görüldüğüne dikkat çeken yazar, bu dönemde Avrupa’ya öğrencilerin yollandığına ve Tıbbiye (1813) ve Harbiye (1834) gibi yeni okulların açıldığına değinmektedir. Öyle ki, ordunun geçmişle tüm bağlarının koparıldığına ve Bektaşi tarikatının yasaklandığına vurgu yapılarak, Osmanlı zabitlerinin aldıkları modern eğitimin bir neticesi olarak laik ilerlemenin bir öncüsü olarak kabul gördüklerinin altı çizilmektedir. Tüm bu gelişmeler çerçevesinde, yapılan reformların politik düzlemdeki tezahürlerini aktarma yoluna giden yazar Ahmad, Osmanlı toplumunda değişimi arzu eden yükselen bir orta sınıfın eksikliğinden bahsetmektedir. Döneme dair çıkarımlarını sürdüren yazar, imparatorluğun Avrupa’ya diplomatik açıdan bağımlılığına ek olarak, iktisadi yönden de İngiltere’ye bağımlı olduğunu ifade etmektedir. Nitekim İngiltere’ye ticari imtiyazlar tanındığına dikkat çekilerek, bu dönemde Osmanlı’nın doğmakta olan bir endüstriyel uygarlığın iktisadi ve politik ağına dâhil edildiği belirtilmektedir. İmparatorluğun iktisadi yapısına dair saptamalarda bulunan Ahmad, serbest ticaretin dengesiz bir şekilde Hıristiyan topluluklarına yarar sağladığını aktarmaktadır. Bu duruma binaen imparatorluğun dünya ekonomisine eklemlenmesinin ticari manada bir Müslüman orta sınıfını inşa edemediğine değinilerek, bu dönemde gerçekleşen Tanzimat Fermanı’nın sonuçlarına bakılmaktadır. Bilindiği üzere, muhtevasında eşitliğin ve hukukun üstünlüğünün yer aldığı ferman, laikleşme konusunda da önemli bir adım olarak kabul görmektedir. Zira ferman, geleneksel olarak cemaatlere ayrıcalık tanıyan “millet sistemi”ni zayıflatmıştır. Tanzimat reformlarının Müslüman tebaa tarafından işlevsel görülmediğine dikkat çeken Ahmad, onların Hıristiyan tüccarlara karşı rekabette zorlandığına yer vermektedir. Tüm bu tartışmaların odağında, toplumsal memnuniyetsizliklerin “Yeni Osmanlılar” olarak adlandırılan bir hareketi ortaya çıkardığına değinilmektedir. Öyle ki, bu hareketi, yazar Ahmad, “rejimi eleştiren ilk modern muhalefet” olarak tanımlamaktadır. Bu hareketin Bâbıâli’yi Avrupa’ya ekonomik tavizler verdiği için eleştirdiğine dikkat çeken yazar, Yeni Osmanlıların Tanzimat döneminin bir ürünü olduğunu belirtmektedir. Yeni Osmanlıların fikriyatını da analiz eden akademisyen, onların devrim yaratacak değişiklikler istemediğine ve düzeni yıkmaktan ziyade düzeni daha kapsayıcı hale getirmeye çalıştıklarına yer vermektedir. Yeni Osmanlılar üzerinden imparatorluğa dair çıkarımlarını sıralayan Ahmad, bu dönemde devletin ekonomik anlamda iflas ettiğine değinerek, reformcuların da meşrutiyete geçmek için çaba gösterdiğine atıfta bulunmaktadır. Nitekim mutlakıyetten meşrutiyete hızlı bir reform dönemiyle geçildiğine değinilerek, bu dönemde meclisin farklı milletlerden oluşan yapısına odaklanılmaktadır. Öyle ki, meclis savaş ve kriz ortamları karşısında vatanperver bir görüntü çizmiştir. 1870’ler ve 1880’lerde doğmuş, laik okullarda eğitim görmüş, alt-orta sınıfa mensup kişilerin salt anayasal rejime geçmekle yetinmeyeceğine ve imparatorluğun sadece siyasi değil, içtimai, iktisadi ve kültürel hayatlarını da dönüştürecek bir devrimi inşa etmek istediklerine vurgu yapılmaktadır.
Kitabın üçüncü bölümünde, “Meşrutiyet Devrimi, Reform ve Savaş (1908-1918)” dönemine ışık tutulmaktadır. 23 Temmuz 1908’de, 30 yıl boyunca askıda kalan anayasanın yeniden yürürlüğe girdiğine değinen Ahmad, yeni dönemim tüm yurttaşlar için “özgürlük”, “eşitlik” ve “adalet” sözü verdiğine dikkat çekmektedir. Bu dönemde etnik farklılıklar göstermeksizin tüm kesimlerin anayasal beklenti içerisinde olduğuna değinilerek, basının sansür tehdidi olmadan yazdığına, politik af çıkarıldığına ve sürgündeki isimlerin İstanbul’a dönmeye başladığına yer verilmektedir. Anayasa taraftarı hareketin lideri konumunda bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni de yakından mercek altına alan yazar, kökleri Makedonya’da olan bu örgütün hiyerarşik bir yapı taşımadığını ve cemiyet içerisinde kabul edilmiş bir liderliğin bulunmadığını aktarmaktadır. Net olarak tanımlanmış bir ideolojisi bulunmayan bu cemiyetin maksadı, “imparatorluğu kurtarmak” üzerinedir. İmparatorluğun çok dinli ve çok uluslu yapısını birlik içerisinde tutmak için reform yapmayı amaçlayan bu hareketin 31 Mart Ayaklanması olarak da geçen 13 Nisan 1909’daki karşıdevrime yönelik reaksiyonunu özetleyen yazar, anayasal düzenin yeniden kurulmasının cemiyet için hem müspet, hem de menfi olan sonuçlarına dair detaylı bilgi aktarımında bulunmaktadır. Karşıdevrimin akamete uğraması neticesinde mecliste reformcuların elinin güçlendiğine dikkat çeken yazar, bu dönemde imparatorluğun idari mekanizmasının modernleştirilmeye çalışıldığını vurgulamaktadır. Keza bu dönemde kapitülasyonların kaldırılması için de uğraş gösterildiğine değinilmektedir. Bilahare, Osmanlı’nın Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolüne dair saptamalara yer verilmektedir. Öyle ki, Balkan Savaşı’nın ağır hezimeti sonrasında Bâbıâli’nin Almanya’yla bir antlaşma imzalayarak Osmanlı ordusunu modernize etmeye çalıştığına ve diplomatik anlamda ise Osmanlı’nın, Avrupa’daki Üçlü İtilaf ve Üçlü ittifaktan meydana gelen iki blok arasında bir tercih yapma nedeni açıklanmaktadır. Nitekim Almanya’yla yapılan ittifaka bir parantez açılarak, İttihatçıların, bu ittifakı Avrupa emperyalizmine karşı bir sigorta olarak gördüklerine vurgu yapılmaktadır. Tüm bu gelişmelerin ışığında, Birinci Dünya Savaşı’nın politik seyrüseferine dair nitelikli bilgi aktarımında bulunan yazar, bilahare savaşın dinamiklerine odaklanmaktadır. Öyle ki, politik, iktisadi ve toplumsal anlamda kapsamlı bir olay olan savaşın, büyük yıkımlar getirmekle beraber son kertede “yeni bir sınıf”ın doğuşuna olanak tanıdığı aktarılmaktadır. Nitekim bu dönemdeki münevverlerin açıklamalarına atıfta bulunan yazar, Osmanlı’nın kendi kapitalizmini ve kendi burjuva sınıfını inşa etmediği müddetçe 20. yüzyılda hayatta kalamayacağına dair gözlemleri sıralamaktadır. Hülasa, Meşrutiyet döneminin Osmanlı halklarının bilhassa da kendilerine “Osmanlı” yerine “Türk” diyen kesimlerin bakış açısını değiştirdiğine dikkat çekilerek, Meşrutiyet döneminin Türklerin nazarında vatan ve millet kavramlarını yaygınlaştırdığına vurgu yapılmaktadır.
Kitabın dördüncü bölümünde ise “Kemalist Dönem (1919-1938)” başlığı altında ulusal bağımsızlık mücadelesi ve Atatürk’e ilişkin çözümlemeler sunulmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun çöktüğüne değinilmektedir. Mamafih, bu dönemde Jön Türklerin tüm noksanlara rağmen Müslüman, seçkin karşıtı bir burjuva sınıfını inşa ettiğini belirten yazar, bunların kendi haklarını korumak maksadıyla Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerini kurduğunu aktarmaktadır. Öyle ki, zaman içerisinde ulusal bir hale dönüşen bu cemiyetlerin Anadolu Müslümanlarını harekete geçirme konusundaki işlevsel rolüne ışık tutulmaktadır. Tüm bu gelişmeler dikkate alındığında, ulusal bağımsızlık hareketinin doğuşuna dair kronolojik bilgi aktarımında bulunan yazar, Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin Mustafa Kemal’in etrafında örgütlendiğinde ve bu çerçevede 1919 yılında Erzurum ve Sivas’ta kongrelerin düzenlendiğine vurgu yapmaktadır. Bu noktada bir konuya parantez açan Ahmad, millet, milli ve milliyetçi gibi mefhumların bağımsızlık savaşı sırasında ve sonrasında milliyetçiden ziyade vatanperver anlamında kullanıldığına dikkat çekmektedir. Bu minvalde düşünüldüğünde, gerek Osmanlı’nın, gerekse de Kemalistlerin yurttaşlık anlayışının etnik bir temele oturmadığına değinilmektedir. Tüm bu tartışmaların odağında, ulusal bağımsızlık mücadelesinin tarihsel gelişimini özetleyen Ahmad, akabinde Mustafa Kemal’e ve Kemalist ideolojiye dair çözümlemelerde bulunmaktadır. Öyle ki, Mustafa Kemal’in destek alanını genişletmek gayesiyle siyasi fırka kurduğuna değinilerek, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adını alacak olan siyasi partinin, eski rejim karşıtı herkesi temsil eden yanına dikkat çekilmektedir. Bu noktada, “halk” mefhumu, içtimai zümrelerden bağımsız olarak eski düzene karşı olan herkesi kapsamaktadır. Hükümetin demokratik olmamakla birlikte yeni-ataerkil Padişahlık da olmadığını belirten yazar, Kemalistlerin devletçe kontrol edilen bir İslam’ı getirdiklerini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması üzerinden açıklamaktadır. Yeni kurulan devletin başkentinin Ankara olmasının İstanbul’un politikanın ağırlık merkezi olmaktan çıkarıldığı anlamına geldiğine değinen Ahmad, bu durumun muhafazakârlara indirilmiş önemli bir darbe olduğunu da ifade etmektedir. Cumhuriyetçiliğin kök salması sürecinde gelişen politik olayların bir hülasasını da sunan yazar, Kemalizm’in ideolojisini oluşturan Altı Ok’u ayrıntılı bir şekilde aktarmaktadır. Son kertede, bu ilkelerin büyüyen burjuvazinin gereksinimlerine göre değiştiğinden dem vuran yazar, Atatürk’ün 1930’ların diktatörlerinden olmadığını belirtmektedir. O’nun, kaybedilen toprakları geri almak gibi bir ereği olmadığına değinilerek, maksadının halk nezdinde reformların kabul görmesini sağlamak olduğuna vurgu yapılmaktadır. Ayrıca çağının liderleriyle mukayese edildiğinde Atatürk’ün karizmasının toprak fethetme sözüne tekabül etmediğine işaret edilerek, O’nun gerek laik modernizmden, gerekse de liberal demokrasiden çekinmediğine yer verilmektedir. Atatürk’ün; siyasi partiler, sendikalar, özgür basın ve ifade özgürlüğü gibi temel liberal ilkeleri yaşamı boyunca tam olarak kullanmadıysa da, bu değer yargılarının mantığını kabul ettiğine dikkat çekilmektedir. Son olarak, toplumu sınıf temelli okuyan Marksizm’in Kemalizm’e bir alternatif olduğuna dikkat çeken muharrir Ahmad, Mustafa Kemal’in bu durumla yüzleşmediğini satır aralarına eklemektedir.
Kitabın beşinci kısmında, “Çok Partili Siyaset ve Demokrasiye Doğru (1938-1960)” başlığı altında Atatürk’ün vefatı sonrası Türkiye’nin çok partili siyasal hayata geçiş sürecine mercek tutulmaktadır. Atatürk’ün ebedi hayata intikal etmesinin ardından Türkiye’nin ikinci Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’nün seçildiğine değinilerek, İnönü’nün Avrupa’daki savaş olasılığını da göz önüne alarak yurtta bir politik uyumu tesis etmeye çabaladığına vurgu yapılmaktadır. Bu doğrultuda, İnönü’nün Kemalizm karşıtlarıyla uzlaştığına ve sürgünde yaşayanların yurda dönerek aktif politikaya dâhil olduklarına yer verilmektedir. Bilhassa Hitler ve Stalin tarafından dile getirilen Atatürk sonrası Türkiye’nin feraset sahibi kişiler tarafından yönetilemeyeceğine dair öngörülerin yersiz çıktığına değinen Ahmad, İnönü’nün ihtiyatlı bir adam olarak dünya krizinde tarafsız kalmayı başardığını ifade etmektedir. İkinci Dünya Savaşı’na Türkiye’nin politik zaviyede nasıl baktığını ele alan yazar, Türkiye’nin her iki tarafın da açık bir galibiyet kazanmamasını umduğunu belirtmektedir. Savaşın ayrıntılarına dair de bilgi aktarımında bulunan akademisyen, savaşın sonunda Türkiye’deki rejimin iktisadi manada iç karartıcı bir tablo çizdiğini örnekler üzerinden açıklamaktadır. Savaşın politik yansımalarına bakıldığında ise, faşizmin yenilgiye uğratılmasının ardından dünyadaki politik atmosferin demokrasi lehine evrildiğine işaret edilmektedir. Böyle bir ortamda Demokrat Parti’nin kuruluş sürecini ve partinin siyasi yelpazedeki konumunu analiz eden yazar, partinin CHP’den ayrılan kişiler tarafından kurulduğunu ve politik ve iktisadi anlamda Kemalistlere benzer bir program sunduğunu ifade etmektedir. Tüm bu gelişmeler ışığında, 1946 ve 1950 seçimlerini mercek altına alan yazar, DP’nin ülkede yeteri kadar örgütlenemediği için 1946 seçimlerinde muvaffak olamadığını aktarsa da, 1950 seçimlerindeki zaferi Türkiye siyasal hayatı için bir kırılma anı olarak değerlendirmektedir. Öyle ki, iktidar partisi konumundaki CHP’nin seçmen iradesini kabul etmesi önemli bir adım olarak görülmüştür. Çok partili hayata geçişle beraber Soğuk Savaş’ın Türkiye’deki politik ve iktisadi hayata etkileri özetlenerek, bu dönemde Türkiye’nin Washington’la ilişkilerini hızlandırdığına yer verilmektedir. İç siyasette ise, DP’ye dair tespitlerini sıralayan Ahmad, iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında gerçek manada bir ideolojik farklılığın bulunmadığına değinmektedir. DP’nin sandıktaki sonuçtan aldığı güçle eleştiriye karşı tahammülsüz bir yapı sergilediği belirtilse de, iktidarının ilk dönemlerinde Türk mallarına artan talep ve Marshall Yardımı ile ülkenin Batı’ya açıldığının altı çizilmektedir. 1954 yılına gelindiğinde ülkenin müreffeh bir dönemde olduğuna yer verilerek, bu dönemde bilhassa kırsal kesimdeki çiftçilerin kazançlı çıktığına vurgu yapılmaktadır. Ancak DP’yi politik liberalleşme vaat ettiği için destekleyen kentli aydınların ve üniversite öğrencilerinin sükût-u hayale uğradığı aktarılarak, darbe sürecine giden yolun kilometre taşları okuyucuya özetlenmektedir. Nitekim 1957 seçimleri sonrası politik gerilimin arttığını belirten Feroz Ahmad, Adnan Menderes’in “Vatan Cephesi” adı verilen ve kendini eleştirenleri tecrit ettiği ulusal cephenin varlığından bahsetmektedir. Öyle ki, bu cepheye iştirak etmeyenler “yıkıcı” olarak lanse edilmekte olup, adları devlet radyolarından duyurulmaktadır. Böyle bir politik ortamda muhalefetin “yıkıcı faaliyetleri”ni soruşturma iddiasıyla kurulan komisyonun (Tahkikat Komisyonu), öğrenci gösterileri ve subaylar arasındaki rahatsızlığın 27 Mayıs 1960’ta askeri müdahaleyle sonuçlandığına ve Demokrat Parti iktidarının devrildiğine yer verilmektedir.
Kitabın altıncı bölümünde ise, “Askeri Vasiler (1960-1980)” başlığıyla Türkiye’de gerçekleşmiş olan iki askeri darbeyle bir muhtıranın politik ve iktisadi hayattaki yansımalarına bakılmaktadır. 1950 yılındaki seçim zaferinden 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine kadar geçen sürecin Türkiye’de politik, iktisadi ve toplumsal bir yeni dönemi başlattığı belirtilerek, subayların çoğunun “adil” ve “hür” seçimler yapıldıktan sonra iktidarı yeniden politikacılara bırakmak istediklerine değinilmektedir. İktidarı askerler ele geçirse de, yeni anayasayı akademisyenlerin yazdığına dikkat çekilerek, 27 Mayıs hareketini bir “aydınlar devrimi”ne dönüştürenlerin entelektüeller olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu doğrultuda, askeri cunta arasındaki hizipleşmelere ilişkin bilgi aktarımında bulunan yazar, bilahare 1961 Anayasası’nı mercek altına almaktadır. Öyle ki, yeni anayasanın iki meclisli bir parlamento ortaya çıkardığına ve Anayasa Mahkemesi’nin kurulduğuna değinilmektedir. Şüphesiz ki, 1961 Anayasası, bu parametrelerle sınırlı değildir. Aynı zamanda Türk halkına kuruluşundan beri en büyük politik özgürlüğü sunduğuna, devleti “sosyal devlet” olarak tanımladığına, üniversitelere özerklik ve işçilere grev hakkı sağladığına yer verilmektedir. Bu dönemin iktisadi yapısına da değinilerek, Milli Birlik Komitesi’nin, hem gelişmeyi, hem de büyümeyi amaçlayan ve bu doğrultuda ekonomiyi 5 yıllık planlar halinde denetleyen Devlet Planlama Teşkilatı’nı (DPT) kurduğuna vurgu yapılmaktadır. Fakat planlamaya karşın ekonominin dengesiz kaldığını belirten Ahmad, tarım sektörünün beklenildiği gibi büyümediğine, kentsel sektörün ise endüstri üretiminden ziyade inşaat ve hizmet odaklı büyüdüğüne değinmektedir. Tüm bu gelişmeler ışığında, Türkiye’de 1961 Anayasası’nın sunduğu siyasal özgürlüklerin yeni partilerin doğuşuna imkân tanıdığı okuyucuya hatırlatılmaktadır. Öyle ki, işçiler ve solcu aydınların sosyalist bir parti olan Türkiye İşçi Partisi’ni (TİP) kurduğu vurgulanmaktadır. Dönemin politik panoramasını aktaran yazar, o yıllarda siyasal istikrarsızlığın yaşandığını ve koalisyonları bir arada tutan şeyin askeri müdahale tehdidi olduğunu ifade etmektedir. 1961 Anayasası’nın ideolojik tartışma için yeni bir perspektif sunduğuna dikkat çekilerek, bu dönemde ülkenin geleneksel siyasetine ve dış politikasına meydan okuyan bir “sol”un ortaya çıktığı belirtilmektedir. Keza Türkiye’deki siyasal olayların Soğuk Savaş’ın etkisinden soyutlanamayacağına atıfta bulunularak, 1960 sonrasında gerçekleşen politik olayların bir hülasası aktarılmaktadır. 1970’lerin başlarına gelindiğinde ise, öğrenci ve işçi militanlığı ve toplumsal ve iktisadi değişikliklerle Türkiye’nin kaotik bir hal aldığına değinen yazar, 12 Mart 1971 Muhtırası’nı da özetlemektedir. Muhtıranın, “asayişin ve düzenin sağlanmasına” öncelik verdiğine değinilerek, bu dönemde TİP’in ve Dev-Genç’e bağlı tüm gençlik örgütlerinin kapatıldığına ve üniversitelerdeki sol eğilimli derneklerle Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) şubelerinin polis tarafından arandığına yer verilmektedir. Kuşkusuz ki, sola karşı saldırıların temel maksadı işçileri sindirmek ve sendikal militanlığın önüne geçmektir. Muhtıra sonrası kurulan hükümetin 1961 Anayasası’nda değişiklikler yaptığına ve fiilen devlet ve toplumdaki her kurumun değiştirildiğine yer verilmektedir. Tüm bu gelişmeler çerçevesinde, 1973 genel seçimleri öncesinde devletin sivil topluma karşı kuvvetlendiğine değinen yazar, solun, bu değişikliklere Bülent Ecevit yönetiminde bir sosyal demokrat partiye dönüşmüş olan CHP etrafında toplanarak cevap verdiğini ifade etmektedir. Öyle ki, sosyal demokrasi 1970’lerde kendini gösteren önemli bir ideolojidir. 1973 seçim sonuçlarını analiz eden yazar Feroz Ahmad, CHP’nin seçim zaferine rağmen tek başına iktidar olamadığına, sağcı partilerin de hükümet kurma konusunda uzlaşı sağlayamadığına değinerek, kurulmuş olan CHP-MSP koalisyonunu mercek altına almaktadır. Her iki partinin de dar gelirliyi tekellerden kurtarmak konusunda mutabık kaldığına vurgu yapılarak, koalisyonun, sosyal adaletli kalkınmadan yana olduğunun altı çizilmektedir. Neticede CHP-MSP koalisyonunun politik oportünizm sayesinde kurulduğunu belirten Ahmad, aynı sebeple de son bulduğunu ifade etmektedir. Ek olarak, bu bölümde, 1970’lerde siyasi şiddet ortamının arttığına değinilerek, 1 Mayıs 1977’deki İşçi Bayramı’nın acı bilançosuyla Anadolu’nun muhtelif kentlerinde Alevi toplumunu hedef alan saldırılar okuyucuya aktarılmaktadır. Bilindiği üzere, bu dönemde terörizmin yanı sıra ekonomik sorunlarda da artış gözlemlenmektedir. Böyle bir ortamda Süleyman Demirel’in azınlık hükümetinde ekonomik danışman olarak görev yapan Turgut Özal’ın, 24 Ocak 1980 kararlarıyla büyük toplumsal ve ekonomik dönüşümü başlattığına değinilerek, 12 Eylül 1980 darbesine giden süreç özetlenmektedir.
Kitabın yedinci bölümünde, “Ordu, Partiler ve Küreselleşme (1980-2006)” dönemi ele alınmaktadır. İlk olarak, 12 Eylül 1980 darbesinin politik düzlemdeki yansımalarına bakılmıştır. Nitekim bu dönemde anayasa askıya alınmış, parlamento feshedilmiş ve partiler kapatılarak liderleri gözaltına alınmıştır. Bu gelişmelere ilaveten, işçi sendikaları ve meslek odalarının faaliyetlerinin de askıya alındığına ve grevlerin yasadışı ilan edildiğine yer verilmektedir. Tüm bu gelişmeler ışığında, cuntanın politik hayatın inşasına öncelik verdiğine değinilmektedir. Öyle ki, sosyalistler, komünistler, sendikacılar ya da başka bir ifadeyle “sol”un her türü ezilirken, cuntanın, kendisi gibi “Türk-İslam sentezi” ideolojisini benimseyen “aşırı sağ”ı da baskıladığına değinilmektedir. 1980 Parlamentosu’nun tüm üyelerinin 5 yıllığına, siyasi parti liderlerinin de 10 yıllığına her türlü politik faaliyetten yasaklandığını belirten yazar, bu durumun yeni siyasal partilerin kurulmasına zemin hazırladığını ifade ederek 1983 genel seçimlerine ve Turgut Özal iktidarına ilişkin detaylı bilgi aktarımında bulunmaktadır. Dönemin ekonomi-politiğini de ele alan Ahmad, devletin ülkenin altyapısını hazırlamak maksadıyla 1930’lardan beri hayati rol oynadığı üretimden çekildiğine, kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirildiğine değinmektedir. Nitekim bu tarz bir ekonomik politikanın gelir dengesindeki adaletsizliği arttırdığına dikkat çekilse de, 1980’lerin iktisadi anlayışının, enflasyonun düşmesinde ve yabancı malların bulunmasında önemli bir rol oynadığı vurgulanmaktadır. Hülasa, Özal döneminde, Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik bir dönüşüm süreci yaşadığı belirtilerek, bu dönemde hükümetten taleplerde bulunan ve bu taleplerin gerçekleşmesini sağlayacak bir tüketim toplumunun varlığından bahsedilmektedir. Özal dönemin politik panoramasına değinildikten sonra, günümüze kadar ulaşan Kürt Sorunu mercek altına alınmıştır. Sorunun temellerinin 1960’lara kadar uzandığına dikkat çekilerek, Kürtlerin istekleri ve devletin Kürt Sorunu’na ilişkin politikasına dair tarihsel bir anlatı okurlara sunulmaktadır. Bilhassa Türk siyasi elitinin, ordunun her türlü başkaldırıyı bastıracağını düşünerek bir siyasal çözümü desteklemediğinin altı çizilmektedir. Bu noktada, PKK’ya karşı olan savaşa da bir parantez açan yazar, PKK’yla olan mücadelenin Türkiye’de “derin devlet” olarak bilinen unsurlarla yasadışı öğelerin gayri resmi ittifakını da gözler önüne serdiğini “Susurluk Olayı” üzerinden örneklendirmektedir. Kürt Sorunu’na ilaveten Türkiye’nin AB ve ABD ile olan ilişkilerine dair de bir dış politika analizi yapılmaktadır. Tüm bu etkenler göz önüne alındığında, Türkiye’de bir politik huzursuzluğun varlığından bahseden yazar, bu durumu 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan siyasal rejimle irtibatlandırmaktadır. Öyle ki, merkez sol ve merkez sağın parçalandığına ve sistem dışı partiler olarak lanse edilen İslamcılar ve neo-faşistlerin kritik bir rol oynadığına vurgu yapılmaktadır. Politik istikrarsızlığın yanı sıra, ekonominin de kötü bir tablo çizdiğine değinen yazar, ortada bir sermaye kaçışı olduğunu sayısal veriler üzerinden okurlara aktarmaktadır. Tüm bu parametreler ışığında, Türkiye’deki laiklerle İslamcılar arasındaki gerilim, 28 Şubat süreci üzerinden anlamlandırılmak istenmiştir. Bilindiği üzere, 28 Şubat 1997 günü toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK), Siyasal İslam, Kürt milliyetçiliğinden bile daha tehlikeli olarak deklare edilmiş ve dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, 20 maddelik bir önlem planını kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu planın ayrıntılarını açıklama yoluna giden yazar, en temel maksadın Siyasal İslam’ın etkisini devlet mekanizmasından uzaklaştırmak olduğunu ifade etmektedir. Mamafih, program eğitim sürecini de ele almakta olup zorunlu laik eğitim 5 yıldan 8 yıla çıkarılmaktadır. Bu yasayla, Siyasi İslam’ın, Türk alt ve orta sınıf gençler üzerindeki etkisi sınırlandırılmak istenmiştir. 1999’lara gelindiğinde ise, Türkiye’de milliyetçi bir havanın estiğinde değinilerek, bu dönemde Bülent Ecevit’in bile kendini ateşli bir milliyetçi olarak ön plana çıkardığının altı çizilmektedir. Keza merkez sağ olarak bilinen ANAP ve DYP’nin çöküşüne, İslamcıların ise yerel seçimlerde başarılı olduğuna değinilmektedir. Böyle bir siyasal atmosferde vücut bulan merkez soldan Demokratik Sol Parti (DSP), merkez sağdan Anavatan Partisi (ANAP) ve aşırı sağdan Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) teşkil ettiği üçlü koalisyonun, siyasal ve ekonomik faaliyetlerinin bir hülasası okuyuculara aktarılmaktadır. Nitekim bu koalisyonun, Anayasa Mahkemesi’nin eski Başkanı olan Ahmet Necdet Sezer’i Türkiye’nin 10. Cumhurbaşkanı olarak seçme konusunda uzlaşıya vardığına değinilerek, Sezer’in fikriyatı analiz edilmektedir. Öyle ki, O’nun, çoğu zaman kendisini seçen partileri memnun etmeyen tavrına odaklanılarak, bu durumun 2001 Şubatı’nda dönemin Başbakanı’yla olan kavgasının Cumhuriyet tarihinin en ciddi politik ve ekonomik krizine yol açtığı hatırlatılmaktadır. Nitekim Ecevit’in sağlık durumunun kötüleşmesi ve Devlet Bahçeli’nin erken seçim çağrısı yapmasıyla Türkiye’nin 2002’de yeniden bir seçim iklimine girdiğine değinilerek, bu seçimin sonuçları masaya yatırılmaktadır. Öyle ki, sonuçların büyük bir sürpriz yarattığına dikkat çekilerek Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP-AK Parti), mecliste 363 sandalye kazanarak tek başına hükümet kurma çoğunluğuna sahip olduğuna ve CHP’nin de 180 sandalye sayısıyla meclisteki tek muhalefet partisi olduğuna yer verilmektedir. Seçmenlerin eski parti liderlerinden umudunu kestiğini aktaran yazar, AKP ve onun lideri konumunda olan Recep Tayyip Erdoğan’a dair çözümlemelerini sıralamaktadır. Öyle ki, seçmenlerin yeni bir partiden ziyade yeni bir lideri arzu ettiğine ve bu vasfa Erdoğan’ın uyduğuna dikkat çekilmektedir. Keza rakipleriyle mukayese edildiğinde; Erdoğan’ın sistemin içinden gelmeyen, İstanbul’un kabadayı semti olarak bilinen Kasımpaşa’dan mütevazı bir geçmişten gelen, modern eğitime sahip olmayan ancak kendisini İstanbul Belediye Başkanı olarak siyasetçi kimliğiyle kanıtlayan niteliklerine yer verilmektedir. AKP’nin kökleri her ne kadar siyasi İslam’da olsa da, kendilerini “Müslüman Demokrat” olarak tanımladıklarına değinen Ahmad, AKP’nin, Saadet Partisi’nin (SP) aksine, İslamcı partilerin devamı niteliğinde olmadığını belirtmektedir.
Kitabının sekizinci ve son bölümünde “2005-2013 Türkiye’si” başlığı altında, yakın dönem Türkiye siyasi hayatına ışık tutulmaktadır. 2005 yılından itibaren AKP’nin temel kaygısının salt 2007 genel seçimlerini kazanmak olmadığını belirten yazar, asıl maksadın yeni anayasayı tek başına yazabilecek sayısal çoğunluğun elde edilmesi olduğunu ifade etmektedir. Nitekim muhalefetin devam etmekte olan zayıflığının da iktidar partisine bu konuda daha fazla özgüven kazandırdığına dikkat çekilmektedir. Öyle ki, CHP’nin, 2007 seçimlerine Deniz Baykal önderliğinde girdiğine ve AKP politikalarını eleştirmek haricinde hiçbir somut çözüm teklifi sunamadığına vurgu yapılmaktadır. AKP’nin iktidara geldiği 2002’den beri adım adım İslamlaşma korkusunun yaşanıldığına dikkat çekilerek, 2007 yılındaki ünlü “367 krizi”nin perde arkası özetlenmektedir. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçiminde o zamana kadarki en yüksek oy olan 357 sayısına ulaşmasına rağmen, CHP’nin bu oylamayı geçersiz sayıp Anayasa Mahkemesi’ne götürmesiyle ortaya çıkan kriz süreci ve akabinde gelişen erken seçim aktarılmaktadır. Bu dönemde irticai bir tehditten dem vuran ordunun, siyaset sahnesinde yön verici bir pozisyon üstlendiğine vurgu yapan Ahmad, 27 Nisan’da Genelkurmay tarafından yayınlanan “e-muhtıra”daki laiklik hassasiyetini ve bu muhtıraya cevaben, hükümetin, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak karşı uyarısını ele almaktadır. Bilindiği üzere, karşı uyarıda, Genelkurmay’ın Başbakanlığa bağlı olduğu hatırlatılmaktaydı. Tüm bu gelişmeler çerçevesinde, gerçekleşen erken seçimlerde AKP’nin % 47 gibi ezici bir çoğunluğa eriştiğine ve meclise girmeye hak kazanan MHP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimine katılmasıyla siyasi krizin sona erdiğine değinilmektedir. Bu doğrultuda düşünüldüğünde, 28 Ağustos 2007’de Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Gül’ün yemin töreni esnasındaki konuşma metninin muhtevasını analiz eden yazar, O’nun, herkesin gönlünü alıcı mesajlar verdiğini konuşma metni üzerinden örneklendirmektedir. Seçimlerden sonra Erdoğan’ın daha güçlü bir pozisyon elde ettiğine değinen Ahmad, o dönemde gerçekleşen Ergenekon tertibiyle Kürt Sorunu’nun tarihsel arka planını aktarmaktadır. 2002 yılında iktidara gelen AKP için en büyük lütuf, muhalefet partilerinin zayıflığı olmuştur. Zira CHP’nin başına 1992 yılında gelen Baykal’ın partiyi kişisel partisi haline getirdiğini belirten yazar, partinin kaç kez yenilmesine rağmen Baykal’ın kongrede tekrar Genel Başkan seçildiğini ifade etmektedir. Baykal’ın istifası sonrasında CHP’nin yeni Genel Başkanı sıfatını alan Kemal Kılıçdaroğlu’nun da partiyi yenilemede muvaffak olamadığının altı çizilmektedir. Öyle ki, CHP’nin, seçmenin ilgisini çekecek bir program oluşturamadığı vurgulanmaktadır. Tüm bu tartışmaların odağında, Türkiye’nin yakın dönem tarihindeki en önemli olaylardan biri olarak kabul gören Gezi Parkı sürecine de eserin bu son bölümünde bakılmaktadır. Herhangi bir partiye mensubiyeti bulunmayan bir grup insanın, İstanbul şehrinin kalbi olarak görülen Taksim’deki küçük bir parkın AVM’ye dönüştürülmek istenmesine karşı çıktığını belirten yazar, yeşil alanı korumak isteyen göstericilere polisin sert müdahale ettiğini aktarmaktadır. Protesto gösterilerinin ilk başta İstanbul’da başladığına, ancak zaman içerisinde Türkiye’nin muhtelif kentlerine yayıldığını vurgulayan Ahmad, bu direnişin Erdoğan’ın 10 yıllık iktidarına yönelik en büyük meydan okuma olduğunu ve politik sonuçlarının hâlâ belli olmadığını ifade etmektedir.
Sonuç
Feroz Ahmad’ın kaleme aldığı Bir Kimlik Peşinde Türkiye adlı eser, Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüz Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar geçen uzun soluklu süreci, akademik düzeydeki çıkarımlarla ele alması bakımından son derece kapsamlı ve titiz bir çalışmanın ürünüdür. Aynı zamanda, kitap, Türk Siyasi Tarihi’nin politik, iktisadi, içtimai ve kültürel dönüşüm süreçlerinin de bir hülasasını okuyucuya sunmaktadır. Bu bakımdan, bilhassa Türkiye siyasal hayatına ilgi duyanlar olmak üzere herkese, bu değerli eseri okumasını tavsiye etmekteyim. Ayrıca kitap, derslerde de okutulabilecek iyi bir kaynak olarak görülmelidir. Son olarak, Türk tarihi ve bilimine katkı yapan Feroz Ahmad gibi yabancı bilimadamlarının ülkemizde daha fazla kıymet görmesi gerektiği ortadadır.
İsmail Uğur AKSOY
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Feroz_Ahmad ve https://www.idefix.com/Yazar/feroz-ahmad/s=94120.
[2] http://iibf.yeditepe.edu.tr/tr/siyaset-bilimi-ve-uluslararasi-iliskiler-en/akademik-kadro/feroz-ahmad.
[3] https://www.haberler.com/cumhurbaskani-gul-feroz-ahmad-a-liyakat-nisani-6394406-haberi/.