Prof. Dr. William Mathew Hale (1940-)[1], Orta Doğu Politikası, Türkiye Politikası ve Türk Dış Politikası’na dair yazdıklarıyla Türkiye ve dünyada oldukça önemli bir otorite konumuna gelen ve Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (University of London – SOAS) ders veren önemli bir akademisyendir.[2] Türkiye Politikası alanında dünyada en çok atıf yapılan akademisyenlerden olan Hale[3], son yıllarda ülkemizde Sabancı Üniversitesi’nde de ders vermektedir.[4] Hale’in orijinal İngilizce ismi “Turkish Foreign Policy 1774-2000” olan ve 2000 yılında Routledge Yayınları tarafından basılan Türk Dış Politikası konulu kitabı[5], ilk kez 2003 yılında Petek Demir tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve Mozaik Yayınları tarafından “Türk Dış Politikası 1774-2000” adıyla[6] basılmıştır. Bu yazıda, Hale’in Türk Dış Politikası alanında ileride bir klasik olarak kabul edilmesi muhtemel bu kitabı özetlenecektir.[7]
Profesör William Hale
Son Osmanlı İmparatorluğu Dış İlişkileri, 1774-1918
10 bölümden oluşan 414 sayfalık kitabın ilk bölümü “Son Osmanlı İmparatorluğu Dış İlişkileri, 1774-1918” başlıklıdır. Hale’e göre; Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılda karşılaştığı sorunlar hem iç, hem de dış kaynaklıdır. Macaristan’dan Kırım’a ve Tunus’tan İran Körfezi’ne kadar çok geniş bir alana hükmeden Osmanlı Devleti, bu kadar geniş bir devleti kontrol edecek ve onu dış düşmanlardan koruyabilecek bir güce sahip değildi. Ayrıca 16. yüzyılda Avrupa’daki devletlerle askeri, teknolojik, ekonomik ve idari açılardan eşit seviyede olan devlet, 18. yüzyıldan itibaren tüm alanlarda Avrupalı rakiplerinden çok geride kalmaya başlamıştı. Nitekim 1912 yılında Avusturya’nın İstanbul Büyükelçisi Kont Johann Von Pallacini, kendi hükümetine, “Türkiye’nin ne geçmişte, ne de içinde bulundukları zamanda Avrupa’nın anladığı anlamda bir devlet olmadığını” ileri sürüyordu. Hakikaten de, Osmanlı Devleti, temelde bir “vergi devleti” olmaktan ileri gidememişti. Bu bağlamda, İmparatorluk, aslında yerel vilayetlerden oluşan bir devlet olarak da görülebilirdi. Tanzimat Dönemi ile beraber merkezi otorite güçlendirilse ve yeni bir devlet yapılanması kurulsa da, uzak bölgelerde devlet otoritesi yine tesis edilememiş ve dahası, İstanbul ve büyük kentlerde de kapitülasyonlar nedeniyle yabancılar ve gayrimüslimler imtiyazlı hale gelmişlerdi. Buna karşın, İmparatorluğun çoğulcu yapısı bu yıllarda gayet belirgindi; örneğin, 1880’lerde İstanbul’da nüfusun yüzde 15’ini yabancılar oluşturuyordu. Buna ek olarak, 1844 yılında yapılan bir sayımda 26 milyon olarak belirlenen toplum nüfusun üçte birini Hıristiyanlar oluşturuyordu; kalan üçte ikiyi ise Müslüman tebaa oluşturuyordu. Gayrimüslim tebaa isyan edip bağımsızlığını kazandıkça veya yurtdışına göçtükçe, Müslüman oranı da hızla artıyordu. Nitekim 1914 yılında 18,5 milyon olarak hesaplanan toplam nüfusta Müslüman oranı yüzde 81’e kadar yükselmişti. Türklerin oranı açısından bakıldığında ise, 19. yüzyılın son çeyreğinde etnik Türklerin oranının yüzde 45-50 civarında olduğu düşünülmektedir.
Osmanlı sisteminin kendisine özgü bazı nitelikleri vardı. Tebaaya -merkezi otoritenin zayıflığının da etkisiyle- geniş özerklik verilmişti. Her millet, kendi dinini ve dilini koruyabiliyor, din değiştirmeye ya da dil öğrenmeye mecbur bırakılmıyordu. Hıristiyanlar ve Yahudiler askere alınmadıkları ve vergi ödedikleri için “ikinci sınıf” vatandaş olarak görülebilir; ama aslında onlara da kendi milletleri içerisinde dini lider ve milletbaşı seçme ve kendi hukuklarına tabi olma gibi geniş haklar tanınmıştı. Bu sistem, İmparatorluğun Kuruluş ve Yükselme dönemlerinde oldukça iyi işledi; ama 19. yüzyıldan itibaren, etnik milliyetçilik fikri Rumlar ve Sırplardan başlayarak tüm İmparatorluk halklarına yayılmaya başladı ve eski sistemi darmadağın etti. 19. yüzyıl sonlarında devlete bağlı/sadık kalan nüfus neredeyse tamamen Müslümanlardan oluşuyordu. Osmanlı Devleti, gayrimüslimlerin ayaklanmaları karşısında paniğe kapılarak sert tedbirler uygulamaya soktu; 1822 Sakız Adası katliamı, 1876 Bulgar dehşeti ve 1915 Ermeni tehciri bunun en önemli örnekleridir. Ancak bu gibi uygulamalar, İmparatorluğun dağılmasını daha da hızlandırdı ve Avrupalı devletlerin Osmanlı’ya yönelik olumlu bakış açılarını tamamen ortadan kaldırdı. Ayrıca bu gibi uygulamalara tepki olarak, Balkanlar’daki Müslüman Türk nüfusa da çok büyük katliamlar yapıldı. Nitekim Balkanlar’da katledilen ve göçe zorlanan Müslüman nüfus, daha sonra Türk milliyetçiliğinin yükselmesinde önemli rol oynadı ve Anadolu’da da derin bir haksızlık duygusunun depreşmesine yol açtı. Bu sayede, Atatürk ve arkadaşları Yunan işgali sırasında cansiperane savaşabilecek bir nüfus bulabildiler.
İmparatorluğun son birkaç yüzyılında Osmanlı devlet adamlarının temel amacı, devletin devamlılığını sağlamak ve çöküşünü engellemek olmuştur. Birçok reform ve dış politik hamle, aslında salt bu güdülerle yapılmıştır. Bu bağlamda, ordunun güçlendirilmesi en temel hedeflerden birisi olmuştur. Ancak ithal silahlara bağlı olunması, ekonomik darboğaz ve modern taşımacılığın gelişmemiş olması, bu alanda atılım yapmasını zorlaştırıyordu. Teknolojik gerilik, Osmanlı’yı Batı’ya bağımlı olmaya zorluyordu. Kapitülasyonlarsa, ilişkilerdeki eşitsiz durumu daha da abartılı bir hale getiriyordu. Reform ve dış politik hamlelerin bir diğer amacı ise merkezi otoriteyi güçlendirmekti. Aslına bakılırsa, Tanzimat ve Islahat süreçlerinin temel hedefi budur. Tüm bu çabaların yanında, diplomasinin de temel hedefi devleti ayakta tutmak olmuştur. Hakikaten de, son dönemlerinde Osmanlı Devleti’nin ayakta kalmasını sağlayan en önemli faktör diplomasi olmuştur. İkinci Abdülhamit dönemi, bu açıdan bariz bir örnektir. Bu yıllarda, Osmanlı devlet adamları, Avrupalı devletler (İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya) ve Rusya’yı birbirlerine karşı dengelemek suretiyle ayakta kalmaya çalıştılar. Bu yıllardan itibaren, Avrupa’nın temel meselesi Şark Sorunu yani Osmanlı’nın parçalanması olmuştur. Bu nedenle, Osmanlı Devleti de bu ülkeleri birbirlerine karşı desteklemiş ve onlar arasında rekabet yaratarak, kendi açısından avantajlar elde etmeye gayret etmiştir. Ancak Hale’e göre, ciddi bir bilimsel araştırma yapmak için, bu yıllara kadar Osmanlı Devleti’nin dış politika algılamaları hakkında elimizde çok az veri vardır. Hatta bu bilgilerin tek kaynağı, Osmanlı hükümetlerinin gelişen olaylar karşısındaki tutumları ve Avrupalı diplomatların yazdıklarıdır bile denilebilir. Ayrıca İmparatorluğun dış politikası daimi bir niteliği de ancak 18. yüzyıl sonlarında kazanmaya başlamıştır. Bu yıllara kadar, dışarıya zaman zaman elçi ve gözlemciler gönderilse bile, daimi temsilcilikler kurulmamıştır. 1793-96 döneminde Londra, Viyana, Berlin, Paris ve diğer başkentlerde kurulan temsilciliklerle bu açık hızla kapatılmaya çalışılmıştır. Bu görevliler, diplomatik görevlerinin dışında, Osmanlı hükümetlerine Batı dünyasındaki teknolojik gelişmeleri de aktarmaya çalışmışlardır. Nitekim başlangıçta bir Dış İşleri Bakanlığı bile olmayan Osmanlı Devleti, 19. yüzyılda önce bir Tercüme Odası kurmuş, 1835 yılında da Reis-ül Küttaplık makamını Bakanlık seviyesine çıkararak nihayet Dış İşleri Bakanlığı’nı kurmuştur.
Profesör William Hale’e göre; son dönemlerinde Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı üç büyük tehlike vardır. Birincisi, Rusya destekli Panslavizm politikalarının sonucu olarak gelişen Balkanlar’daki milliyetçi ve bağımsızlıkçı akımlardır. İkincisi, İmparatorluğun toprak bütünlüğünü doğrudan tehdit eden Rusya’nın Osmanlı’yı ekarte ederek sıcak denizlere (Akdeniz) inme politikasıdır. Üçüncüsü ise, Fransa ve İngiltere’nin Arapların yaşadığı Osmanlı kontrolündeki Orta Doğu bölgesine yönelik emperyalist planlarıdır. Bu sorunlar karşısında, Osmanlı Devleti, Balkanlar’da Rusya’ya karşı Avusturya’yı, Boğazlar ve Akdeniz’e inme konusunda Rusya’ya karşı İngiltere’yi, Orta Doğu konusunda da İngiltere ve Fransa’yı birbirlerine karşı denge unsuru olarak görüyor ve bu ülkeler arasındaki fikir ayrılıklarını kullanmaya çalışıyordu. Bu nedenle, Osmanlı Devleti, bu yıllarda büyük ölçüde bir “güç dengesi” politikası uygulamaya çalışıyordu. Diğer bir seçenek ise, güç dengesi politikasından caymak ve bir güç veya birkaç güçten yana kesin olarak taraf olmaktı. Bu, diğer güçlerin düşmanlığını sağlayacağı için istenen/tercih edilen bir alternatif değildi. Lakin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile yapılan zorunlu ittifak, bu ikinci seçeneği gerçeğe çevirdi ve sonuçta Osmanlı’yı yıkıma götürdü. Oysa Osmanlı Devleti’nin güç dengesi politikasından vazgeçmesi ve bir güçten yana taraf olması hiç de kolay bir süreç olmamıştı. Bu dönemlerde, Rusya, hem Osmanlı’ya yönelik toprak talepleri, hem de Ortodoks halkların koruyucusu olarak Osmanlı tebaasını kışkırttığı için daima başlıca düşman olarak görülüyordu. Ayrıca savaşların neredeyse tamamı da Rusya ile yapılıyor ve ağır yenilgiler alınıyordu. Bu nedenle, Rusya ile değil, Rusya’ya karşı en güçlü ittifakı kurmak düşüncesi Osmanlı’da hâkimdi. İngiltere, Fransa, Avusturya ve Almanya ise zaman zaman müttefik, zaman zaman düşman olabiliyordu. İngiltere, birçok açıdan iyi bir müttefik gibi görünse de, Orta Doğu’ya yönelik kendisine özgü ve Osmanlı aleyhine planları olan bir ülkeydi. Dahası, İngiliz Ordusu’nun gücü daha çok deniz kuvvetlerindeydi; oysa Osmanlı’nın Rusya tehlikesine karşı ihtiyacı olan şey, karada güçlü olan bir müttefikti. Fransa ise, 1789 Devrimi sonrasında yaşadığı iç karışıklıklar nedeniyle zor durumdaydı ve Rusya’ya karşı güçlü bir partner izlenimi vermiyordu. 1798’de Napolyon’un Mısır’a saldırması da Osmanlı-Fransız ilişkilerini bozacaktı. Dolayısıyla, 20. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa’nın yeni yükselen gücü olan Almanya (Prusya), kara ordusunun gücü ve İngiliz-Fransız üstünlüğüne karşı denge kurmak amacıyla partner arayışında olması sebebiyle Osmanlı için ideal bir partner haline gelmeye başladı. Yani Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya ile kurulan ittifakın temelinde abartılı bir Alman hayranlığından ziyade, makul gerekçeler bulunuyordu.
Birçok önemli olay, savaş ve antlaşmaya sahne olan 19. yüzyılın ardından, Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı ile parçalanmak zorunda kalmıştır. Bu durum, kaçınılmaz bir sonun belki de azami şekilde ertelenmesiyle ortaya çıkmıştır. Rakiplerinden teknolojik, ekonomik ve askeri açıdan çok daha güçsüz olan Osmanlı, aslına bakılırsa 19. yüzyılda güç dengesi politikası sayesinde beklenenden uzun süre ayakta kalabilmiştir. Türk devlet adamları ise, Osmanlı’nın yıkılmasından çok önemli dersler çıkarmışlardır. Öncelikle, diğer ülkelerle sınırlarını netleştirmek ve sınır bölgelerine adeta tampon olarak Müslüman Türk nüfusu yerleştirmek konusunda aşırı kaygılı olmuşlardır. Bu, gayrimüslimlerin yarattığı tahribatın ve ihanetin bir sonucudur. İkinci olarak, yeni devletin milliyetçi refleksleri ve Batı karşıtı retoriği de oldukça güçlü olmuştur. Bunun sebebi de, Osmanlı’yı yıkıma götüren süreçle doğrudan alakalıdır. Bu durum, aslında başka bir millet söz konusu olsa yabancı düşmanı ırkçı ya da köktendinci bir rejime bile neden olabilirdi. Ama kimilerince “Doğu’nun centilmeni” olarak değerlendirilen Türkler, Mustafa Kemal Atatürk’ün modernist liderliğinin de etkisiyle Batı’yı model alan bir anti-emperyalist ülke oldular. Bu bağlamda, İslam da toplum açısından bir çimento işlevi görmesine karşın, yeni devlette arka planda bırakıldı ve laikleşme reformları ile toplumu geri bıraktıran unsurları törpülendi. Bu noktada, Birinci Dünya Savaşı’nda İslamcılığın Arap isyanları ile çöküşü de önemli rol oynamıştır. Lakin bu sorun, Türk siyasal hayatında ve dış politikasında hala daha tam olarak çözülememiştir ve etkileri bugün bile laik-İslamcı çatışması ile toplumda ve siyasette görülmektedir. Bir diğer unsur da ihtiyatlılıkla ilgilidir. Büyük bir Turan İmparatorluğu kurmak isteyen Enver Paşa’nın maceralarının hüsrana uğraması ve Osmanlı’nın parçalanması, Türk devlet adamlarında dengeci ve ihtiyatlı bir ruh halinin doğuşuna kaynaklık etmiştir diye burada Hale’in görüşlerine ekleme yapılabilir.
Türk Dış Politikası 1774-2000
Direniş, Kuruluş ve Diplomasi, 1918-39
“Direniş, Kuruluş ve Diplomasi, 1918-39” başlıklı ikinci bölüm, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti iktidarı döneminde Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının izlediği dış politikayı incelemektedir. 1919-1923 dönemi, Türk tarihi açısından en kritik dönemlerden birisidir. Bu yıllarda, Türkler, uzun yüzyıllar sonra ilk kez devletsiz kalmak ve Anadolu’dan atılmak tehlikesiyle yüzyüze gelmişlerdir. Nitekim Birinci Dünya Savaşı ardından imzalanan Mondros Ateşkes ve Sevr Barış Antlaşmaları ile Osmanlı Devleti neredeyse tamamen tasfiye edilmek istenmiştir. Bu tarihten itibaren, Türkler için “Milli Mücadele” dönemi başlamıştır. Bu dönem, kabaca ikiye ayrılabilir. Haziran 1919-Mart 1920 arasındaki ilk dönem, askeri-politik yapının kurulduğu; İtilaf devletleriyle doğrudan problem yaşamadan ve İstanbul’daki Sultanlık hükümetinden Anadolu’da başlayan Milli Mücadele’ye sempati duyanların kazanılmasının amaçlandığı dönemdir. Bu dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’ün İmparatorluk hükümetini devirerek kontrolü kendisinin almak istediği bile iddia edilmektedir. Ancak Türk direnişi ile Bolşevik Devrimi’nin kaynaşmasından korkan İtilaf kuvvetlerinin Mart 1920’de İstanbul’u işgal etmesi ve milliyetçileri toplamasıyla, Milli Mücadele’nin daha sert ve savaşmaya dayalı ikinci dönemi zorunlu olarak başlamıştır.
Milli Mücadele, kuşkusuz önemli bir başarıdır. Ancak şartlar, aslında resmi tarihte sunulan “yedi düvel” retoriğinden çok daha iyidir. Zira İngiliz, Fransız ve İtalyanlar, Anadolu’yu işgal etmelerine karşın hiçbir zaman Türklerle savaşmak niyetinde olmamışlardır. Bu anlamda, Türkler, aslında temelde sadece Yunanistan’la uğraşmak zorunda kalmışlardır. Hatta bu ülkeler içerisinde, Winston Churchill gibi Ruslara karşı Türkleri desteklemeyi savunan politikacılar bile vardır. Dolayısıyla, Mustafa Kemal ve arkadaşları, bu durumu iyi tespit ettikleri ve başarı şanslarının yüksek olduğunu gördükleri için bu yola çıkarak başarılı olmuşlar ve öncelikle Sovyet Rusya (Bolşevik) desteğiyle silah ve maddi durumlarını düzelterek, işgalci Yunan Ordusu’na karşı güçlü bir ordu oluşturabilmişlerdir. Biraz da naifçe Anadolu’nun Bolşevik sempatizanlarıyla ele geçirebileceğine inanan Ruslar ise, Mustafa Suphi’nin başarısızlığı sonrasında Mustafa Kemal’e daha büyük destek vermeye başlamıştır. Hatta Moskova Antlaşması ve bu yıllardaki Türk-Rus dostluğu, Bülent Gökay’a göre daha çok bir iş anlaşmasına benzemektedir. Rusların istediği, Batı emperyalizminin Anadolu’da kazanmamasıdır. Sonuçta, Rusya’dan gelen silah ve maddi desteğin de etkisiyle sahada Yunanlıları yenen Kuvayı Milliyeciler, Lozan Konferansı ile diplomaside de kayda değer bir başarı elde ettiler ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Lozan, Türkler açısından Boğazlar, Musul, Ege, Hatay gibi birçok sorunu çözmedi. Ama en önemli konular olan Misak-ı Milli büyük ölçüde kabul edilmişti ve diğer ülkelerle siyasal eşitlik de -kapitülasyonların da kaldırılmasıyla- kesin olarak sağlanmıştı. Bu manada, Lozan, önemli ama dengeli bir başarıdır.
Lozan sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti önceliğini modernleşme ve kalkınmaya verdi. Atatürk, benzeri görülmemiş bir hız ve derinlik içerisinde birçok önemli devrim yaptı ve adeta sıfırdan yeni bir ulus yarattı. Tek parti döneminde, Türkiye, birçok açıdan ileriye gitti. Bu yıllarda temel hedef, muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) seviyesini yakalamaktı. İç ve dışta güvenlik ve barış da diğer önemli hususlardı. Rusya, Bolşevik Devrimi ardından çalkalandığı ve Türkiye ile dostane ilişkiler kurduğu için, bu dönemde Ankara için ciddi bir askeri ya da siyasi tehdit değildi. Dolayısıyla, Rusya tehlikesi olmadan, kalkınma, öncelikli gündem maddesi haline gelebiliyordu. Ayrıca Yunanistan’la ilişkiler de düzeltildi ve mübadeleler yoluyla nüfus takası yapıldı. 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne katılan Türkiye, bu dönemde Musul’dan vazgeçmiş, ama Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlar konusunda ve yine Hatay konusunda başarılı bir diplomasiyle istediklerini kısa sürede elde etmiştir. 1930’larda Türkiye açısından temel tehdidi ise faşist İtalya oluşturmaya başlamıştır. Bu nedenle, Türkiye, 1934 yılında Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile Balkan Paktı’nı kurarak güvenlik ve istikrar sağlamaya çalışmıştır. 1937 yılında ise, Irak, İran ve Afganistan ile kurulan Sadabat Paktı ile doğu sınırlarının güvenliği sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemde Atatürk’ün yaptığı reformlar ve izlediği dış politikalar büyük ölçüde başarılı olmuştur. Atatürk’ün ileri görüşlülüğü konusunda da çeşitli efsaneler vardır. Örneğin, 1932 yılında Amerikalı General Douglas MacArthur ile yaptığı görüşmede, İkinci Dünya Savaşı’na dair isabetli tahminler yaptığı belirtilmektedir. Bu görüşmenin tutanağı olmasa da, Atatürk’ün İtalya ve Almanya hakkındaki endişeleri açıktır ve bunlar doğru çıkmıştır. Ancak kalkınma önceliği ve sermaye yetersizliği nedeniyle, bu yıllarda ordu yenileştirilememiş ve askeri açıdan oldukça zayıf kalınmıştır. Bu bağlamda, kurulan paktlar ve yapılan ikili güvenlik anlaşmaları ile (en önemlisi Atatürk’ün vefatından kısa bir süre sonra İngiltere ve Fransa ile 1939 yılında yapılan anlaşmadır) güvenlik sağlanmaya çalışılmış ve Sovyet Rusya ile de ilişkiler en iyi seviyede tutulmuştur. Nitekim bu dönemin en önemli isimlerinden birisi Rus dostu Tevfik Rüştü Aras’tır. Bunlar, tesadüfî değil, ince düşünülmüş başarılı hamlelerdir.
İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye
“İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye” başlıklı kitabın üçüncü bölümü, Türk Dış Politikası’nda çok önemli bir sürece tekabül eden İkinci Dünya Savaşı süresince Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve diğer önemli Türk devlet adamlarının izledikleri dış politikayı incelemektedir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı döneminde çok ilginç bir dış politika izlemiş ve son ana kadar savaşta taraf olmamaya çalışmıştır. Her ne kadar 1939 yılında İngiltere ve Fransa ile ve ilerleyen yıllarda başka devletlerle de çeşitli anlaşmalar imzalanmış olsa da, büyük baskılara rağmen savaşa aktif olarak dâhil olunmamış ve savaştan -sonuçta- güçlenerek çıkılmıştır. Bu dönemde, “Milli Şef” durumundaki İsmet İnönü, her alanda olduğu gibi dış politikada da kontrolü kendi himayesine almıştır. Hatta kendisine rakip gördüğü Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ı da bu dönemde oldukça pasifize etmiş, en sonunda da yaş bahanesiyle emekli ederek görevden almıştır. İnönü’nün dış politikası tek bir esasa dayalıdır: tedbir. İnönü, gerçek bir zaman kazanma ustasıdır ve diplomaside rakiplerini oyalamayı daima çok iyi başarmıştır. Dış politikada cüretkâr girişimlerden kaçınmış ve daima ihtiyatlı davranmıştır. Yanında Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve ABD’ye sempati duyan kişiler olsa da, o, bunların üzerinde ve açıkça taraf olmayan bir duruş benimsemiştir. Bu yıllarda İnönü’nün Dış İşleri Bakanları Şükrü Saraçoğlu ve Numan Menemencioğlu gibi üst düzey kimselerdir. Bu kimseler, aynı zamanda kendisinin yakın arkadaşlarıdır. Türkiye, bu yıllarda, dıştan esen rüzgârların gücü ve etkisine göre zaman zaman yalpalamalar sergilemiş, ama bu sayede kimsenin öncelikli hedefi olmamayı başararak savaştan kazançla çıkmıştır.
1934 yılından itibaren Türk Ordusu’nun birliklerinin yarısından fazlası Doğu Trakya’ya kaydırılmıştır. Bunun sebebi, Balkanlar’dan gelebilecek bir İtalyan ya da Nazi tehlikesinin artık net olarak belirmesidir. 1939’da İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak kurulunca, İtilaf kuvvetlerinin Balkanlar’a saldırması veya Akdeniz’de İtalya ile savaş başlaması durumunda Türkiye’nin de savaşa girmesi durumu ortaya çıkmıştır. Aslında Cumhurbaşkanı İnönü, Birinci Dünya Savaşı’na benzer şekilde, Fransızların Almanları Maginot Hattı sayesinde uzun süre oyalayabileceğini ve Türkiye’nin savaşa girmesine gerek kalmayacağını düşünüyordu. Ama Naziler, İnönü’yü şaşırtıp tüm Avrupa’yı çok kısa sürede kontrollerine geçirince, Türkiye için alarm zilleri çalmaya başlamıştır. Nitekim savaş süresince birçok defa Türkiye’nin savaşa girmesi gereken durum ortaya çıkmıştır. İtalya’nın savaşa girmesi ve Almanların Romanya’yı işgal etmesi bu gibi durumlara örnektir. Fakat Türkler, Fransa ve İngiltere ile üçlü bir anlaşma imzaladıklarını ve Naziler tarafından ele geçirilen Fransa savaştan çekildiği için bu anlaşmanın geçersiz olduğunu söyleyerek, savaşa girmeme kararlarını izah etmeye çalışıyorlardı. Ancak arka planda, Türkiye’nin esas derdi Fransa’nın çok kısa sürede düşmesi sebebiyle Almanlar ve İtalyanlara karşı tek başına kalacağını öngörmesidir. Ayrıca yeni kurulan şehirlerin hava taarruzlarına karşı tamamen savunmasız olması da Türkiye’nin savaştan kaçınması konusunda etkili bir faktör olmuştur. Almanların “blitzkrieg” (yıldırım savaşı) yöntemlerinin başarısı karşısında duyulan hayret de, Türkleri savaştan olabildiğince kaçınmak konusunda cesaretlendirmiştir. Bu yıllarda Almanya da Türkiye’nin öneminin farkına varmış ve İngilizlerin tarafına geçmelerini önlemek için Ankara’daki Büyükelçisi Franz Von Papen aracılığıyla çeşitli hamleler yapmışlardır. Bu dönemde Almanya ile geliştirilen ticaret ağı ve özellikle krom ticareti de Almanya’nın Türkiye’ye olumlu bakmasında önemli bir faktördür ve Türkiye’yi olası bir Nazi işgalinden kurtarmıştır. İngilizler ise, Türkiye’yi savaşa girmeleri konusunda cesaretlendirmeleri, hatta sonradan doğrudan baskı yapmalarına karşın, daha fazla baskı yapmaları durumunda bu ülkeyi Almanya’ya kaybedebileceklerini hesap ederek ilişkileri bozmamışlardır. Nitekim Churchill, Türkiye’nin üçlü ittifak anlaşmasına uymayarak savaşa girmemesini makul bile bulmuş, ama bir yandan da Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda baskı yapmaya devam etmiştir.
Rusya ile ilişkiler de bu dönemde iyi götürülmeye çalışıldı; ancak Stalin’in Boğazlar konusundaki ısrarlarına karşı mesafeli duruldu ve savaş sonrasında Rusya ile yaşanacak çekişmelerin tohumları atılmış oldu. Stalin’in talepleri, Almanya’nın Rusya’ya saldırmasında da etkili olmuş ve Türkleri Ruslara karşı kısmen Almanya’ya yanaştırmıştır. Ancak Almanların Balkanlar’daki ilerlemesi bir yandan da Türkiye için tehdit niteliğindeydi. Nitekim Almanlar, çok geçmeden Türklere kapsamlı bir ittifak anlaşması önerdiler ve reddedilmesi durumunda Türkiye’nin birkaç hafta içerisinde ele geçirilebileceğini ima ettiler. Bu teklif, hem Von Papen, hem de Dış İşleri Bakanı Joachim Von Ribbentrop’dan gelmişti. İddialara göre, büyük baskı altındaki Şükrü Saraçoğlu, o teklifi kabul etmek durumunda kalmış, ama Türkler bu anlaşmaya da riayet etmemişlerdir. Ama iki ülke arasında, 1941 yılında 10 yıllık bir dostluk ve saldırmazlık anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın önsözünde, İngilizlerle 1939 yılında yapılan anlaşmaya atıfla, “her bir tarafın mevcut anlaşmalarına bağlı olarak” ibaresi yer alıyordu. Bu anlaşma ile Türkiye de facto olarak tarafsız bir devlet haline gelmiştir.
Bu yıllarda diplomasisi “ip cambazlığı”na benzetilebilecek olan Türkiye, Almanya’nın Rusya’ya saldırması (Barbarossa Harekâtı) ile rahat bir nefes almıştır. Naziler büyük ordularını Rusya’ya kaydırınca, Türkiye’nin işgal riski de ortadan kalkmıştır. Ancak bu durum, Türkleri yine de rahatlatmamıştır. Çünkü savaşı Almanların kazanması Türkiye’yi Nazi tehdidiyle karşı karşıya bırakacak, Sovyet Rusya’nın kazanması ise Rusları bir anda büyük bir güç haline getirecektir. Bu nedenle, Türkiye, mümkün olduğunca savaşın uzaması ve bir kazananı olmaması için çaba göstermiştir. Ankara’da bulunan İtalya Büyüelçisi Ottavio De Peppo’nun sözleriyle “Türklerin ideali, son Alman askerinin, son Rus cesedi üzerine düşmesiydi”. Ancak Türklerin bunu sağlayabilecek bir etkisi veya gücü de yoktu. Dolayısıyla, İnönü’nün yapabileceği tek şey, zaman kazanmak ve taahhütlerden kaçınmaktı. Lakin Almanlar, bu yıllarda Türkiye’yi kendi yanlarına çekmek için bazı cömert teklifler de yaptılar. Hatta Von Papen’in Kafkaslar’da Türkiye’ye Müslüman Türk nüfusun yaşadığı bölgelerde toprak kazanma teklifi bile yaptığı bilinmektedir. Bunun dışında, Alman yanlısı Pan-Türkist bir grup -Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa ve ünlü bir Pan-Türkist Profesör olan Zeki Doğan’dan oluşan-, bu yıllarda Berlin’e gayrıresmi bir ziyaret bile yapmışlardır. Bu gibi girişimler ve Türk basınında yer alan Alman yanlısı yazılar, aslında İnönü’nün büyük planının parçalarıydı ve tek amacı Türkiye’nin Nazi işgaline uğramasını engellemekti. Ayrıca Almanya ile kurulan krom ticareti de büyük bir stratejik avantaj haline geliyordu. Zira o yıllarda dünyadaki kromun yüzde 16’sını üreten Türkiye, Almanya ile ticarete devam etmeseydi, Alman Ordusu havluyu çok daha önce atabilirdi. Ancak Türkiye, İngiltere’den gelen itirazlara rağmen Almanlarla krom ticaretine devam etti. İçeride de, Varlık Vergisi benzeri faşizan bazı uygulamalarla, servet, yeni devlette olası şüpheliler olarak görülen gayrimüslimlerden alınarak Müslümanlara geçirildi. Vergi ödemeyi reddedenlerin toplama kamplarına gönderildiği bu uygulama, ırkçı unsurlar taşıyan ve yeni Türk devletine yakışmayan bir husustu. Ancak Avrupa’daki ölümcül toplama kampları ile kıyaslandığında, yine de daha masum kalacaktır. Nitekim dönemin İstanbul’da toplanan vergiden sorumlu defterdarı Faik Ökte, sonradan “bu çirkin vergi, savaş yorgunu Avrupa’da hala etkili olan ırkçılığın sonucuydu” diye bir özeleştiri yapacaktır. Vergi, kısa vadede faydalı olsa bile, uzun vadede Türkiye’nin itibarına ciddi zarar vermiştir.
Japonya ve ABD’nin de savaşa girmesiyle Asya-Pasifik’te yeni cepheler açılırken, Türkiye, savaşın sonlarına doğru müttefiklere iyice yanaşmaya başlamıştır. Buna karşın, son ana kadar savaş ilan edilmemiş ve tarafsız kalınmıştır. Ancak zaman geçtikçe, Türklerin savaşın girmesi konusunda baskılar da yoğunlaşmıştır. Özellikle İngiltere ve Churchill, Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda son derece ısrarcıdır ve Adana’ya kadar gelmiştir. Bu dönemde “Cicero” lakaplı ajanları vasıtasıyla Türkiye’nin hamlelerini dikkatle takip eden Almanya da Ankara’da halen aktifti. Savaşı Almanların kaybedeceği anlaşılmaya başlayınca, Türkiye’nin tavrı da değişmeye başlamıştır. Örneğin, Varlık Vergisi hızlı bir şekilde kaldırılmış ve Türkçü-Turancı Davası ile Alman sempatizanı aşırı milliyetçilere karşı savaş açılmıştır. Sonuçta, 1944 yılından itibaren Almanya ile ticari ve diplomatik ilişkiler de kesildi. Savaşın son haftalarında göstermelik olarak Almanya’ya savaş bile ilan edilecekti. Ancak bu yıllarda, mağlup Almanya’dan ziyade galip durumdaki Sovyet Rusya ve onun acımasız lideri Stalin, Türkiye için başlıca tehdit kaynağıydı. Nitekim çok geçmeden, Nazilere karşı Türklerin savaşmamasını bir koz olarak kullanan Stalin, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e 1925’ten beri her sene yenilenen Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’nda değişiklik yapılmasını önermişti. Boğazlarda gözü olan Stalin’e karşı, Türkiye, ilerleyen yıllarda hızla ABD ve müttefikler eksenine doğru kayacaktı.
Prof. Dr. William Hale’e göre; Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nda izlediği politika büyük bir başarı örneğidir. Tek bir silah bile atmadan ve tek bir kurşuna bile hedef olmadan bu dönemi atlatan Türkiye, tüm diğer devletler büyük bir yıkım yaşarken ve nüfuslarını kaybederken hızla güçlenmiştir. Dahası, toprak kaybı da yaşanmamış ve diplomasideki etkinlik arttırılmıştır. Hale’e göre, Türkiye, aslında savaş boyunca müttefiklere (İngiltere, Fransa, ABD) yakın olmuştur. Savaşa girmemek arzusu nedeniyle yapılan tüm diğer hamlelerse stratejik ve taktikseldir. İnönü ve arkadaşları, bu dönemde bir gücü diğerine karşı kullanarak, Türkiye’nin stratejik pozisyonundan azami ölçüde istifade etmişler ve sonuçta başarılı olmuşlardır. Ancak bu yıllarda Varlık Vergisi gibi ırkçı bazı uygulamalar ve yaşanan ekonomik zorluklar, toptan bir başarı tablosunun ortaya çıkışını engellemiştir. Türkiye’nin bu yıllardaki tarafsızlık politikası Hale’e göre de doğrudur; çünkü Türkiye, Almanların karşısında savaşa girse Yunanistan gibi Nazilerin işgaline uğrayacak ve sonradan Sovyet işgaline maruz kalabilecek, Almanların yanında savaşa girse de yine Sovyet işgali ile karşılaşacaktır.
Soğuk Savaş ve Türkiye: Başlangıç Aşaması, 1945-63
“Soğuk Savaş ve Türkiye: Başlangıç Aşaması, 1945-63” başlıklı dördüncü bölüm, Soğuk Savaş’ın ilk safhasında Türk Dış Politikası’nın Soğuk Savaş ile birlikte yaşadığı dönüşüme dikkat çekmektedir. Savaş sonrasında ABD ve Sovyet Rusya önderliğinde iki kutuplu yeni bir düzen kurulurken, Türkiye’nin, Stalin’in revizyonist talepleri karşısında (Boğazlarda Sovyet üssü, Rus savaş gemilerine geçiş hakkı, Kars ve Ardahan’ın Rusya’ya iadesi) ABD ve Batı dünyasına yanaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu, etkileri iç politikada da görülecek tarihi bir gelişmedir. Aslında Stalin’in bu hamlesi, muhtemelen gerçekten Türkiye’yi işgal etmek için bir bahane yaratmaktan çok, kendisi lehine bazı avantajlar elde etmeye yönelikti. Ancak Sovyet askerlerinin Bulgaristan’da toplanmaya başladığını görünce olası bir işgalden ürken Türkler, bu yaptığı nedeniyle Stalin’i hiçbir zaman affetmediler. İngilizlerle 1939 yılında imzalanan müttefiklik anlaşması devam etse de, savaştan güçsüz çıkan İngilizlerin Sovyetlere karşı Türkiye’yi koruyabilecek bir gücü yoktu. Dolayısıyla, ABD desteği, bu dönemde Türkiye için bir tercihten çok zorunluluk haline gelmişti. Başlarda Rusya’ya karşı daha ılımlı davranan ve hatta Boğazlardan Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişi konusunda uluslararası bir konferans düzenlenmesini bile öneren ABD, zamanla Dış İşleri Bakanı James F. Byrnes’ın göndermediği bir mektubunda ifade ettiği üzere, Rusya’nın Boğazları işgal etmek istediğine inanmaya başlamış ve Türkiye’ye daha çok destek vermiştir. Bu nedenle, 1946 yılında Missouri zırhlısı Türk Büyükelçi Mehmet Münir Ertegün’ün naaşını getirmek için İstanbul’a demirledi ve ABD’nin Türkiye’ye desteğini göstermiş oldu. Bu tarihten itibaren, Türkiye, Boğazlar konusunda Sovyetlerin yeni görüşme taleplerini reddettiler. Truman Doktrini ve Marshall Planı ile durum daha da netleşti; ABD, Sovyet tehdidine karşı müttefik ülkelere askeri, ekonomik ve siyasi destek sağlamaya başlıyordu. Türkiye de, Yunanistan’la birlikte bu destekten nasibini kısmen alacaktı. Türkiye, bu gelişmelere paralel olarak bu dönemde Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC, sonradan OECD) üyesi de olmuştur. NATO’nun kurulması ve Türkiye’nin bu alyansa dâhil olması ise durumu netleştirmiştir.
ABD ile yakınlaşma sürecinde, iç politikada da önemli değişimler yaşanmış ve tek partili yaşamın ardından geçilen çok partili sistemde, Adnan Menderes-Celal Bayar ikilisinin sürüklediği liberal ve Batıcı Demokrat Parti (DP) iktidara gelmiştir. DP, Kore Savaşı’na asker göndererek, Türkiye’nin NATO’ya dâhil olmasını sağlamıştır. Bu gelişmeler, Cumhurbaşkanlığı’ndan muhalefet partisi liderliğine inen İnönü’nün de onayıyla yaşanmıştır. Türkiye’nin Batı ittifakına itilmesi, aslında Rusya’da da çeşitli eleştirilere neden olmuştur. Örneğin, Nikita Kruşçev’in Lavrenti Beriya’ya (Beria), Stalin’in Türkiye’yi korkutarak Amerikalıların kucağına ittiğini söylediği bilinmektedir. Bu tarihten itibaren, Türkiye, Batılı güçler için Rusya’ya komşu ve asla batmayan bir “uçak gemisi” haline gelmiş ve askeri-stratejik açıdan büyük önem kazanmıştır. Stalin’in 1953 yılındaki vefatıyla Rusya ile ilişkiler bir süre yumuşa da, Türkiye’nin stratejik tercihinde herhangi bir değişiklik görülmemiştir. Bu konuda Türkiye’nin tavrı, NATO ve ABD’nin kendi ulusal çıkarlarına yönelik desteği azalttığının Kıbrıs meselesi ile ortaya çıktığı 1963 yılından sonra olmaya başlayacaktır. Bu dönemde, Rusya, Türkiye toprakları üzerinde herhangi bir hak talep etmediğini açıkça ilan etmiştir. Ancak Boğazlar konusu hala belirsizdir ve Türkiye de, bu ilandan fazla etkilenmemiş gibi gözükmektedir. Ancak 1950’lerin sonunda Moskova’dan alınan ekonomik yardım ve Menderes’in planlanan Rusya ziyareti ile ilk kez Türk Dış Politikası’nda Batıcılık anlamında bir kırılma olabileceği düşünülmeye başlanmıştır. Ancak Menderes hükümeti, bu önemli dönüşümü yapamadan 27 Mayıs 1960 darbesiyle devrilmiştir. Bu dönemde, Kruşçev, önemli bir açılım yaparak Türkiye’deki Cemal Gürsel yönetiminden Rusya yanlısı değil ama tarafsız olmasını talep etti. Hatta ilerleyen günlerde Türkiye’ye büyük bir ekonomik yardım önerisi bile gelecekti. Ancak Gürsel ve İnönü hükümetleri, bu tekliflere cevap vermediler ve mevcut dengeyi korudular. Zira artık dönüşü zor bir süreç başlamıştı ve Türkiye’nin dört bir yanında NATO ve ABD üsleri kurulmaya başlanmıştı. Hatta Türkiye topraklarında bazı nükleer silahlar bile mevcuttu. Ayrıca Türk birlikleri de yurtdışında NATO kapsamında görev almaya başlamışlardı. 1950’ler, son aylarına kadar, aslında Türkiye’nin Batı ittifakı içerisindeki altın yıllarıydı.
Bu dönemde, Türkiye, ayrıca 1949 yılında tanıdığı İsrail ile de ekonomik ve siyasi ilişkilerini hızla geliştirmiştir. İsrailliler, Arap tehdidi nedeniyle Türklerle ilişkileri geliştirmek konusunda çok istekli olmuşlardır. Bağdat Paktı veya sonraki ismiyle CENTO, Türk Dış Politikası’nın bu dönemdeki bir diğer önemli konusudur. Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da nüfuz kurmasını önlemeye yönelik olarak kurulan bu pakt, ABD’nin de desteğiyle ortaya çıkmıştır. 1958 yılında, Türkiye, Lübnan’a müdahale konusunda ABD’ye destek vermek için İncirlik Üssü’nün kullanılmasına izin vermiştir. Hatta yine bu dönemde, İsrail Başbakanı David Ben-Gurion Türkiye’yi ziyaret etmiş ve İsrail, Türkiye, İran ve Habeşistan arasında gizli bir “Çevre Paktı” kurulmuştur. Bu yıllarda, Türkiye, Kıbrıs konusuyla da yüzleşmek zorunda kalacaktır. Yunanistan’la Kıbrıs’ın birleştirilmesine yönelik milliyetçi hareketlerin yükselişi ve 1960’da İngilizlerin adada kontrolü kaybetmesiyle, Kıbrıs Sorunu giderek derinleşecek ve 1960’larda Türkiye’nin temel dış politika konularından birisi haline gelecektir. Londra ve Zürih Anlaşmaları ile kurulan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ı 3 garantör ülke olarak tayin ediyor ve Rumlarla Türkler arasında 7-3 dengesi kuruyordu. Bu durum, önceden Türkiye’nin ada üzerinde bir hakkı olmadığı da düşünülürse bir başarı olarak görülebilir. Ancak ilginç bir şekilde, adada kontrolün İngilizlerden Türk ve Rumlara geçmesi, barışı değil, çatışmaları getirmiş ve bu sorunu daha da derinleştirmiştir. Bu yıllarda yaşanan Küba Füze Krizi ve Türkiye’ye etkileri de başlı başına bir araştırma konusudur. Bu olay, Türkiye’ye ABD müttefikliğinin bazı açılardan avantajlı olmasına karşın, bazı durumlarda da son derece riskli olabileceğini göstermiştir. Menderes hükümetinin 1959 yılında imzaladığı anlaşmayla kabul ettiği Jüpiter füzelerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi, Küba-ABD krizi sürecinde Türkiye’nin Rusya’nın hedefi haline gelmesine yol açmıştır. Daha sonra Polaris denizaltı balistik füzeleriyle değiştirilen ve Türkiye’den çıkarılan Jüpiter füzeleri, Kruşçev-Kennedy pazarlığında önemli bir unsur haline gelmiş ve anlaşıldığı kadarıyla, Kruşçev’in bu konuya yer vermediği ilk mektubuna cevap veren Kennedy, bunu (Jüpiter füzelerinin Türkiye’den çıkarılması) kabul etmemiştir.
1946-63 döneminde Soğuk Savaş’ın ilk safhasında yaşanan gelişmelere bakıldığında, Türkiye’nin bu dönemde Batı bloğuna katılmasının bir zorunluluk olduğunu düşünen William Hale, ülke içerisinde bu konuda yeterince istek olmadığına da dikkat çekmektedir. Ayrıca ittifaka katılmanın Türkiye’ye üç büyük riski beraberinde getirdiği de belirtilmelidir. Birincisi, ABD’nin Türkiye’yi bir “uydu devlet” haline getirmesi riskidir. İkincisi, ABD-SSCB çatışmasının derinleşmesi durumunda, Türkiye’nin nükleer bir hedef haline gelebilmesi olasılığıdır. Üçüncüsü ise, Türkiye’nin milli çıkarlarının ittifak (NATO) çıkarları ile her zaman örtüşmemesi riskidir. Nitekim Kıbrıs konusunda, bu durum 1963 yılından itibaren net olarak görülecek ve yaşanacaktır. Hale’in düşüncesine göre, bu dönemdeki Türk diplomasisi hakkında iki temel eleştiri yapılabilir. Birincisi, Türkiye’nin Stalin sonrasında De-Stalinizasyon süreci başlatan Kruşçev’le daha yakın ilişkiler kurmayı hiç denememesidir. Ayrıca Menderes’in Orta Doğu politikasında da bazı yanlış anlaşılmalar mevcuttu. Örneğin, Suriye’ye yönelik saldırgan tutum ve tamamen İsrail ve Batı yanlısı bazı politikalar, Türkiye’nin Sovyetler ve müttefiklerinin hedefi haline gelmesine yol açabilirdi.
Soğuk Savaş ve Türkiye: Küresel Değişiklikler ve Bölgesel Çekişmeler, 1964-90
“Soğuk Savaş ve Türkiye, Küresel Değişiklikler ve Bölgesel Çekişmeler, 1964-90” adlı beşinci bölüm, Soğuk Savaş’ın 1990 yılındaki bitimine kadar süren ikinci safhasında Türk Dış Politikası’nda yaşanan dönüşümleri açıklamaya çalışmaktadır. Bu yıllarda, Soğuk Savaş’ın ilk safhasında yaşanan bazı gelişmelerin sonucu olarak bazı önemli değişimler yaşanmıştır. Bu yıllarda, NATO’nun Sovyetlerle olası bir savaş durumunda Türk topraklarını feda edilebilecek bir alan olarak gördüğünü ifade etmesi, Türklerin korku ve endişelerini arttırıyordu. Kıbrıs Sorunu da bu yıllardan itibaren Türkiye ile Batılı müttefikleri arasında ciddi bir anlaşmazlık konusu olacaktı. Dış politik gelişmeler, Türkiye iç politikasını da bu dönemde ciddi şekilde etkileyecektir. Dolayısıyla, Türkiye, son derece istikrarsız ve zor bir döneme girecek ve bir askeri muhtıra (12 Mart 1971) ve sonunda da büyük bir askeri darbe (12 Eylül 1980) yaşayacaktır. Hatta Hale’e göre, Ecevit’in ikinci Başbakanlığı döneminde (1978-79), Türkiye Cumhuriyeti neredeyse çökme noktasına bile gelecektir.
Kıbrıs konusuna burada özel bir parantez açmak gerekir. 1963 yılında Kıbrıslı Türklerin meclisten çekilmeleriyle, Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki endişeleri artmaya başlamıştır. ABD’nin bu meseleyi Soğuk Savaş’ın küçük bir unsuru olarak görmesi ve Yunanistan’ı da düşünerek Türkiye lehine pozisyon almaması ise Türk-Amerikan ilişkilerine büyük zarar vermiştir. 1964 yılındaki Johnson Mektubu ile doruk noktasına ulaşan kriz, Türkiye’yi dış politikasında çok boyutlu bir arayışa yönlendirmiştir. Bu mektup, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale ederse NATO müttefikleri tarafından Sovyetlere karşı korunmayacağını ve hatta Türkiye’nin NATO silahlarını da kullanamayacağını bildirmekteydi. 27 Mayıs sonrasında koalisyon hükümetleri yoluyla yeniden Başbakan olan İsmet İnönü, bu olay sonrasında “Gerekirse yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini alır” şeklindeki ünlü cevabını vermiştir. Bu olayın ardından, Türkiye İşçi Partisi-TİP’in başını çektiği bir grup sol çevre, Türkiye’nin NATO’dan çekilmesi yönünde propaganda yapmaya başlamış ve son derece etkili olmuştur. Bu sol muhalefetin de etkisiyle, sonradan Başbakan olan Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit gibi siyasetçiler ve onların Dış İşleri Bakanları (İhsan Sabri Çağlayangil, Turan Güneş, Gündüz Ökçün), çok boyutlu dış politikaya daima önem verdiler ve ABD’ye bir daha asla tam olarak güvenmediler. Hatta Prof. Dr. Haluk Ülman gibi Ecevit’in bazı danışmanları işi daha da ileri götürerek, NATO’dan çıkılmasını rasyonel bir politika olarak savunmaya başladılar. Bu dönemden başlayarak Sovyetlerin Türkiye’ye sanayileşme yolunda yaptığı yardım ve yatırımlar da bu tavırda etkili olmuştur. Sovyetlerin Kıbrıs konusunda Rumlar ve Türkler arasındaki dengeli tavrı da Ankara’nın hoşuna gidiyordu. Dolayısıyla, Moskova, bu yıllarda hala Washington’a eşdeğer ölçüde olmasa da, Ankara ile ciddi anlamda sıcak ilişkiler kurabilmişti.
1974 yılında, Türkiye, Kıbrıs Barış Harekâtı ile garantör hakkını kullanarak adaya müdahale etti. Bu, Ecevit liderliğinde sosyalist çizgiye kayan Atatürk CHP’si ile İslamcı ve Necmettin Erbakan liderliğindeki MSP’nin garip sayılabilecek koalisyon hükümeti döneminde gerçekleşmişti. Bu durum, Yunanistan’daki cuntanın Kıbrıs’ta da bir darbe organize etmesi ve Makarios’u devirerek yerine EOKA’cıları geçirmesiyle mümkün olmuştu. Türkleri yok etmeye yönelik Akritas Planı’nı devreye sokan EOKA’cılar, Türkiye’yi adeta müdahaleye zorlamışlardı. ABD ise bu sıralarda Henry Kissinger’ın devrede olduğu Arap-İsrail görüşmeleri ve Watergate Skandalı ile meşguldü. ABD ve İngiltere, müdahaleye karşı çıksalar da, bunu engellemek için de fazla bir çaba sergilemediler. Bu müdahale, Kıbrıs’taki olası büyük bir katliam ve soykırımı önledi ve Yunanistan’daki cunta yönetiminin de yıkılmasına yol açtı. Türk-Yunan ilişkileri, bu yıllarda yalnızca Kıbrıs değil, Ege Sorunu nedeniyle de oldukça gergin bir hal almıştı. Kıbrıs’a çıkarma yapılması, Yunanistan’ın Ege Adaları konusunda da büyük endişelere kapılmasına ve hızla silahlanmasına yol açacaktı. 1974 Kıbrıs krizi, Türk-Amerikan ilişkilerini de olumsuz yönde etkileyecektir. Yunan lobisi sayesinde, ABD, bu dönemde Türkiye’ye yönelik askeri yardım ve satışları engelleyen bir karar almış ve Türk savunma sanayisinde yapılacak bir atılımı tetiklemiştir. Birkaç sene içerisinde ambargo kaldırılsa da, ABD ile zıtlaşmak Türkiye’ye ekonomik zorluklar olarak yansımıştır. Ecevit, bu ambargonun etkisiyle, 1970’lerin ikinci yarısında iyice üçüncü dünyacı bir retorik benimsemiş ve NATO’dan ayrılmayı bile savunmaya başlamıştır. Buna karşın, bu yönde aktif bir çaba içerisine girmemiş ve bu konuyu daha çok bir pazarlık konusu olarak masada tutmuştur. Bu nedenle, 1970’lerde yaşanan Batı’dan kopma süreci kısmi, geçici ve tereddütlü olarak kalmış ve ciddi ve resmi bir Batı-karşıtı politikaya hiçbir zaman dönüşmemiştir.
1980’lerden itibarense Batı ittifakına hızla geri dönülmüştür. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve sonrasındaki Turgut Özal iktidarı, bu sürecin en önemli aşamaları olmuştur. Bu süreçte, 1979 İran İslam Devrimi ile çok önemli bir müttefikini kaybeden ABD’nin tavrı da etkili olmuştur. Nitekim ABD, bu yıllarda Türkiye ile ilişkileri fazla germemiş ve 12 Eylül rejiminin aşırılıkları karşısında sessiz kalmayı tercih etmiştir. Kıbrıs ve ambargolar konusunda da ABD’nin tavrı bu dönemde değişmiştir. Türkiye de, Sovyetlerin Afganistan müdahalesi neticesinde Sovyet tehdidini yeniden hatırlamış ve 1970’lerin Rusya yanlısı havası hızla dağılmıştır. Özal dönemi, aynı zamanda Ronald Reagan ve Margaret Thatcher dönemlerine benzer şekilde hızla liberalleşilen yıllar olmuştur. Serbest piyasa ekonomisine geçiş, özelleştirmeler ve dünya ekonomisine entegrasyon bu dönemde başlamıştır. Bu yıllardan itibaren, 1915 Ermeni tehciri de ABD-Türkiye ilişkilerinde bir sorun haline gelmeye başladı. ASALA terörü ise konunun güvenlikleştirilmesini sağladı ve Türkiye’nin elini kuvvetlendirdi. Ama bu süreçte, Türkiye birçok değerli diplomatını kaybetmek zorunda kaldı. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması ama Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmaması ise, bu dönemde yaşanan bir diğer önemli gelişmeydi. 1980 yılında Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü sayesinde bu ülke ile savaş riski azaltılmış, ama sorunlar başta Kıbrıs olmak üzere devam etmiştir. Bu konuda cunta lideri ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in tavrı tartışmaya açıktır. Kimilerine göre, Türkiye, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü engellemeyerek büyük bir kozu kaybetmiştir. Bulgaristan’daki Türklere yapılan baskılar ve zorla göç ettirme politikaları da bu dönemin önemli bir konusudur ve ülke içerisindeki milliyetçi tepkileri arttırmıştır.
Bu dönemde Türkiye’nin Orta Doğu politikasına bakıldığında, önceki dönemlere kıyasla daha büyük bir ilgi ve başarı göze çarpmaktadır. İslam Konferansı Örgütü’ne katılım ve Arap ülkeleriyle artan ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler, İsrail ve Batı dünyası ile ilişkileri bozmadan dengeli bir biçimde götürülmüştür. 1980’lerde ise, ABD’de Yahudi lobisi desteğinin önemini anlayan Türkiye, İsrail’le yeniden daha yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. Türkiye’nin de baskısıyla, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), İsrail’in varlığını ve iki devletli çözümü kabul etmeye başladı. Ancak bu dönemde bile tüm Arap ülkeleriyle ilişkiler geliştirilemedi. Örneğin, Suriye ile sorunlar devam etmiş ve iyi ilişkiler kurulamamıştır. Hatay, Suriye devletinin PKK’ya verdiği destek ve Fırat ve Dicle’nin kontrolü gibi konular, Türkiye-Suriye ilişkilerindeki temel zorluklar olmaya devam etmiştir. Bu yıllarda yaşanan İran-Irak Savaşı’nda da Türkiye ip cambazlığını yeniden hatırlamaya başladı. Bir diğer önemli iç ve dış mesele ise, 1983’teki Eruh baskınıyla başlayan PKK terörü ve Kürt ayrılıkçılığıydı. Bu yıllarda, Türkiye, çok kanlı terör olaylarının yaşanmaya başladığı bir ülke haline gelmiştir.
Avrupa ile ilişkiler de her zaman için Türk Dış Politikası’nın önemli bir boyutu olmuştu. 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na giriş yolunda önemli bir adım atıldı. Bu adım, 1970 yılındaki Katma Protokol anlaşması ile de desteklendi. İslamcılar ve sosyalist Ecevitçiler AET’ye soğuk bakarken, Demirelciler ve merkez soldakiler Avrupa entegrasyonu projesini destekliyorlardı. 1980 askeri darbesi ve sonrasında yaşanan insan hakları ihlalleri ise Avrupa ile Türkiye’nin arasını açtı. Nitekim darbeye ilk tepki, Türkiye’nin 1949 yılında katıldığı Avrupa Konseyi’nden gelmişti. Özal döneminde ise, sivil üstünlüğüne ve demokrasiye dönülmesiyle ilişkiler kısmen düzeldi ve hatta AET üyeliği için reddedilen bir resmi başvuruda da bulunuldu. Yunanistan’ın AET’ye girişi ise, uzun vadede Türkiye’yi zor duruma düşüren bir gelişme olacaktır. Bu yıllarda Ecevit’in AET’ye “biz ortak siz Pazar” diyerek muhalefet etmemesi durumunda neler yaşanabileceği ise belirsizdir. Sonuçta, bu dönemde dış politikada en başarılı olunan alan Orta Doğu olmuştur denilebilir. Zira Arap ülkelerinden alınan destek, Türkiye’ye Kıbrıs konusunda bir ölçüde siyasi avantaj ve genel olarak da ekonomik avantajlar sağlamaya başlamıştır. Üstelik bu, İsrail’le ilginç bir şekilde ilişkiler bozulmadan gerçekleştirilebilmiştir. Bu, özellikle Demirel hükümetlerinin bir başarısıdır. Ecevit hükümetleri ise, Kıbrıs Barış Harekâtı gibi somut bir icraatın dışında, ekonomik ve siyasi olarak büyük bir başarı kazanamamıştır.
Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası: Stratejik Seçenekler ve Yurtiçindeki Durum
“Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası: Stratejik Seçenekler ve Yurtiçindeki Durum” adlı altıncı bölüm, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Türk Dış Politikası’na dair birçok yeni fırsatın ortaya çıktığı ama bu fırsatların pek de iyi değerlendirilemediği 1990’ların başını incelemektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Türkiye açısından çok ciddi bir dönüşümü beraberinde getirmiştir. Zira Soğuk Savaş boyunca Ankara’nın Batı dünyası için en önemli özelliği, Rusya’ya komşu ve Batı yanlısı bir ülke olmasıdır. Sovyetlerin dağılması ve birçoğu Türk ve Müslüman kökenli yeni devletlerin ortaya çıkması ise, 1920’lerdekine benzer belirsiz bir durum yaratmıştı. Ancak bu defa, 1920’lerde çok güçsüz olan Türkiye, artık çok daha güçlü ve büyük durumdaydı. Rakipleri ise, Yunanistan örneğinde olduğu gibi, artık eskisi kadar büyük bir tehlike teşkil etmiyordu. Sadece yeni kurulan Rusya Federasyonu, büyük askeri gücü ve siyasi etkisiyle Türkiye’den güçlü bir devlet durumundaydı. Türkiye, böyle bir ortamda NATO’dan ve Batı ittifakından ayrılmayı düşünebilirdi. Ama böyle olmadı; çünkü Türkiye, İnönü’nün yıllar önce belirttiği üzere, bu ittifakın kendisine fayda sağladığını düşünüyordu. Nitekim NATO ve ABD, bu yeni dönemde Türkiye’ye uygun yeni görevler bulmakta gecikmediler. Ayrıca Soğuk Savaş sonrasında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dönüşen AET’nin Gümrük Birliği’ne dâhil olması ve AB ile üyelik için müzakerelere başlaması da mümkün olacaktı. Ancak 1990’lar, PKK terörü ve Kürt Sorunu konusunda 1980’lerden bile daha zorlu olacaktı.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte birçok uzman başlarda Türkiye’nin önem ve rolünün azaldığını düşündüler. Hatta NATO’nun feshedilebileceği bile konuşuluyordu; çünkü yaşam amacı olan Sovyetler Birliği yıkılmış ve komünizmin yayılması tehlikesi ortadan kalkmıştı. Türkiye’nin hakikaten de kâğıt üzerinde Batı için önemi azalmış gibi görünüyordu; Rusya’ya karşı artık bir tampon değildi, AB üyesi değildi ve AB üyesi olan Yunanistan gibi ülkelerle ciddi sorunları vardı, dahası, Kürt Sorunu başta olmak üzere insan hakları konusunda karnesinde pek yüksek notlar yoktu. Ancak kısa sürede, Türkiye’nin terörle mücadele, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da bölgesel istikrar ve küresel barışın korunması konularında çok önemli bir ülke olduğu anlaşıldı. Ayrıca Özal’ın son yıllarında, Sovyetlerin dağılmasıyla Türkçü ve İslamcı hayaller de yeniden depreşmeye başladı. Özellikle Özal’ın “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” Türk Dünyası’ndan söz etmesi, sağ çevrelerde büyük heyecan yaratmış, ancak bu konuda fazla bir yol alınamamıştı. ABD’nin Orta Doğu politikaları açısından Türkiye’nin rolü de bu dönemde iyice artmaya başladı. Körfez Savaşı ve Irak Savaşı’nda Türkiye’nin tutumu, ABD’nin başarısını doğrudan etkiledi. İsrail’in güvenliği ve istikrarı konusunda da Türkiye’nin önemi azalacak gibi görünmüyordu. Bu yıllarda Türk akademisyenler ve entelektüeller, hem Batı, hem de Doğu ile ilişki kurmak stratejisini oluşturmaya çalışıyorlardı. Örneğin, Ziya Öniş, bu konuda ilk önemli tespitleri yapan kişilerden birisiydi ve bu durumun Türkiye’nin kültürel mirasına uygun olduğunu düşünüyordu.
Ancak komünizmin çökmesinin Türkiye’nin iç politikasına çok ciddi olumsuz yansımaları da oldu. Sovyetler ve komünizmin bir denge unsuru olarak ortadan kalkması, Türkiye’de İslamcı sağ zihniyeti çok güçlü hale getirdi ve laiklik uygulamalarının dengesini bozdu. Sol, bu yıllardan başlayarak giderek küçülürken, sağ kesimde merkez sağın düşüşü ve İslamcı aşırı sağın yükselişi başladı. Bu yıllarda kurulan merkez sol ve merkez sağ koalisyon hükümetlerinin ekonomik sorunlara ve teröre çözüm bulamaması, Türkiye’de aşırı olarak kabul edilen İslamcı siyasetin önünü açtı ve İslamcıları ilk kez 1990’ların ortalarında iktidara getirdi. 2000’lerde ise, İslamcılar, Türkiye’ye tamamen hâkim olacaklardı. Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz gibi büyük umut beslenen genç merkez sağ liderler, bu yıllarda Özal ve Demirel gibi karizmatik figürlerinin yerlerini dolduramadılar ve İslamcılara adeta yol verdiler. Merkez sağ hükümetlerin yolsuzlukla eşanlamlı hale gelmesi de büyük bir sorun olmuş ve “adil düzen” ve “temiz siyaset”ten bahseden İslamcıların halk desteğini arttırmıştı. En büyük sorun ise ekonomik krizlerdi. İşsizlik ve enflasyon, Özal döneminden başlayarak orta direğin belini kırıyor ve radikal hareketlere desteği arttırıyordu. Ama Ecevit, 1990’ların sonunda bir kez daha yapılamayanı yaptı ve üçlü koalisyon yoluyla son sol hükümeti kurdu. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın azınlık hükümeti döneminde yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi, yeni kurduğu Demokratik Sol Parti ile 1980’lerden beri istikrarlı bir şekilde yükselen Ecevit’e büyük bir sıçrama ile iktidarı getirmişti. Ancak felaket niteliğindeki 2001 ekonomik krizi sonrasında, Türkiye’de İslamcıların AK Parti ile kesintisiz iktidar dönemi başladı ve bugün de bu süreç devam etmektedir. Bu yıllarda fiili darbenin eşiğinden dönülen 28 Şubat süreci de tarihe geçmiş önemli bir olaydır. SHP ile CHP’nin birleşmesi, MHP’de Alparslan Türkeş’in yerine Devlet Bahçeli’nin geçmesi ve Kürtlerin partileşerek sivil siyasi mücadeleye başlaması da bu dönemin en önemli yenilikleridir. PKK, Hizbullah, mafya ve diğer suç gruplarıyla alakalı olarak işlendiği düşünülen faili meçhul cinayetler de bu dönemin en yaygın konuşulan konularındandır. Neredeyse küçük bir iç savaşa dönüşen PKK ile mücadelenin yansımaları ise, ekonomik yük, siyasal istikrarsızlık ve toplumsal huzursuzluk olmuş ve merkez siyaseti çöküşe götürmüştür.
1990’lar, Türk Dış Politikası’nda 1960’larda başlayan çok boyutlu sürecin devam ettiği bir dönem olmuştur. Özal’ın vefatı ardından Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in Başbakanlık dönemlerinden kalma birikimi de bunda etkili olmuştur. Ayrıca bu yıllarda iş çevreleri ve sivil toplum örgütleri de daha güçlü hale geldi ve siyaseti ve dış politikayı etkilemeye başladı. TÜSİAD gibi büyük ve laik sermaye grupları Batı ile entegrasyon konusunda bastırırken, İslamcı sivil toplum örgütleri ve sermaye grupları da Türkiye ile İslam Dünyası arasında daha yakın ilişkiler için kamuoyu oluşturmaya başladılar. İsrail karşıtlığı, bu dönemden başlayarak sağ kesimde ciddi taban bulmaya başladı. Bu yıllardan itibaren, ekonomik rasyonel, Türk Dış Politikası’nda daha önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Ticaret hacmini genişletme, dünyaya açılma gibi etkenlerle, dış politikada birçok yeni adım atılmış ve faal olunan bölgeler arttırılmıştır. Ayrıca enerji politikaları ve Türkiye’nin doğalgaz ve petrol ihtiyacı da bu dönemden itibaren önemli bir dış politika unsuru olacak ve Türkiye’yi Rusya ve diğer Avrasya ülkelerine muhtaç hale getirecektir. Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı projesi, bu dönemin en önemli girişimlerinden birisidir. 1997-2002 döneminde Dış İşleri Bakanı olarak görev yapan İsmail Cem de çok boyutlu dış politika sürecine Demirel’le beraber yön veren kişilerden birisi olmuştur.
Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye ve Batı
“Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye ve Batı” başlıklı yedinci bölüm, Soğuk Savaş’ın ardından Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini inceleyen önemli bir bölümdür. 1992 yılından itibaren AB’nin ayrı bir siyasi yapı olmasıyla birlikte, Türkiye’nin Batı ile ilişkileri bütüncül tek bir yaklaşımdan farklılık göstermeye başladı. Artık ABD ile ilişkiler, NATO ile ilişkiler ve AB ile ilişkiler gibi üç farklı dinamik ortaya çıkmıştı. Ayrıca AB ile ilişkiler de, Avrupa ülkeleriyle birebir ilişkiler demek değildi. Sonuçta, Batı ile ilişkiler çok daha karmaşık hale gelmişti. ABD ile ilişkilerin önemi azalmamıştı; çünkü her iki ülke de, eski Sovyet coğrafyasındaki ülkelerin Batı yönlü gelişimlerini destekliyordu. Ancak Orta Doğu politikalarında anlaşmazlıklar yaşanabiliyordu. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğü, buraya büyük bir askeri müdahale yapılması ve Kürt Sorunu gibi konularda, ABD ile Türkiye arasında zaman zaman ciddi anlaşmazlıklar yaşanabiliyordu. Bosna-Hersek ve Kosova’daki krizlerde ABD’nin oynadığı roller ise Türkiye’yi memnun etmiş ve bu dönemde iki ülkeyi birbirine yaklaştırmıştı. Türkiye, Körfez Savaşı’nda ABD’ye İncirlik Üssü’nü açmış ve yardımcı olmuş, ama savaşa doğrudan girmemişti. Birçok Amerikan üssü Soğuk Savaş’ın ardından kapatılsa da, İncirlik Üssü önemini daima korudu ve Türkiye’nin ABD açısından en önemli avantajlarından birisi oldu. Özal da, Amerikan yanlısı politikaları ve bölge politikalarını iyi bilen yapısıyla ABD için çok iyi bir ortaktı. Özal sonrasındaysa, ABD, Türkiye’de kendisiyle bu kadar iyi geçinebilen başka bir siyasetçi bulmakta zorlandı. Ancak Özal’ın Bağdat Paktı sonrasında ilk kez Orta Doğu’da Amerikan yanlısı revizyonist pozisyon almaya başlaması, ülke içerisinde ve dışarısında herkesi memnun etmedi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ABD karşıtlığının artması ise bu dönemin bir yeniliğiydi. Özellikle Kürt Sorunu ve sivilleşme konusunda yaşanan anlaşmazlıklar, Türk Paşalarını ilginç bir şekilde bu dönemden başlayarak Avrasyacı alternatiflere yönlendirmeye başlamıştı. ABD ile ilişkilerde ve sonrasında AB ile ilişkilerde de, bu yıllardan itibaren Ermeni Meselesi ciddi bir sorun haline gelmeye başladı. “Soykırım” sözünün çok sık kullanılmaya başlaması, Türk devleti ve kamuoyunu çok rahatsız etti ve ilişkileri son derece olumsuz etkiledi.
AB ile ve genel olarak Avrupa ülkeleriyle ilişkiler de 1990’larda sorunlu bir zeminde ilerledi. Yunanistan’ın içeriden lobi yapmasının da etkisiyle, AB, neredeyse tüm tartışmalı konularda Türkiye aleyhine pozisyon almaya başladı. Ege Sorunu ve Kıbrıs Sorunu gibi geleneksel meselelerin dışında, Türkiye’deki demokrasinin kalitesi ve insan hakları ihlalleri, Kürt Sorunu ve Ermeni Meselesi de artık ilişkilerde ciddi sorunlardı. Ancak Gümrük Birliği’ne dâhil olunması ve 1999’da AB’ye aday ülke haline gelinmesi, tüm bu başarısızlıkları unutturan çok önemli gelişmelerdi ve genel tabloyu eksiden artıya çevirmeyi başarıyordu. Ayrıca Türkiye ile Avrupa ülkelerinin ticaret payları da bu dönemde hızla arttı ve Avrupa firmaları Türkiye’ye, Türk firmaları da Avrupa’ya iyice yerleşti. Artan İslamcılık ise, ikili ilişkileri kültürel ve siyasal zeminde ciddi anlamda bozuyordu. Buna tepki olarak, Avrupa’da da İslamofobik ve Türk karşıtı düşünce bu yıllardan itibaren ciddi bir sorun olmaya başladı ve Avrupa’nın iç istikrarını bozdu (hatta bugün gelinen noktada AB’nin varlığını tehdit etmeye başladı). PKK lideri Öcalan’ın yakalanmasının ardından Kürt Sorunu konusunda bir aşama kaydedilememiş olması da bu dönem açısından büyük bir başarısızlık örneğidir. Oysa Türkiye, bu süreçte akılcı politikalarla sorunu çözme noktasında iç politikada ciddi adımlar atabilir; bu sayede AB ile ilişkilerini de daha iyi bir zemine oturtabilirdi.
Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye’nin Bölgesel Politikaları: (1) Yunanistan, Kıbrıs, Balkanlar ve Kafkaslar
“Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye’nin Bölgesel Politikaları: (1) Yunanistan, Kıbrıs, Balkanlar ve Kafkaslar” başlıklı kitabın sekizinci bölümünde, Türkiye’nin bölgesel sorunlar açısından izlediği dış politikalar incelenmiştir. Türk-Yunan ilişkileri, ilginç bir şekilde Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra büyük bir değişiklik yaşamamıştır. 1999’da yaşanan yakınlaşma süreci bir aralar iki ülkeyi iyice yakın hale getirse ve ilişkiler bugün de geçmişe kıyasla daha iyi düzeyde olsa da, bu dönüşümlerde Soğuk Savaş’ın bitmesinin etkisi sınırlı olmuştur. Daha çok AB’nin dönüştürücü gücü ve Türkiye’nin terör kartını iyi kullanması gibi faktörler bu süreçte etkili olmuştur. Kıbrıs Sorunu’nda da tüm çabalara karşın bir değişim yaşanmamıştır. Kıbrıs Barış Harekâtı ile durdurulan savaş, diplomatik düzeydeki mücadele ile bugün bile halen devam etmektedir. 2004 Annan Planı ise, bu dönemde yaşanan tarihi bir olaydır ve Türkiye’nin uluslararası alanda elini çok güçlendirmiştir. İşgalci olarak görülen Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin Annan Planı’nı ve çözümü desteklemesi, mağdur durumda olan Yunanistan ve Rumlarınsa buna karşı çıkmaları, Türkiye’nin bu konuda haklı olabileceğini tüm dünyaya göstermiştir. Ayrıca iki toplum ve iki bölgeli federal çözüm fikri de tüm dünyada genel kabul görmüş ve Kıbrıs Türklerine yönelik izolasyonlar -kısmen de olsa- kaldırılmıştır. Ancak Kıbrıs Sorunu, tüm bu olumlu gelişmelere rağmen uluslararası hukuk açısından Türkiye’yi zorlamaya devam etmektedir. Türk askeri, uluslararası hukuk açısından birçok uzmana göre adada “işgalci” durumundadır. Onlara göre; toprak bütünlüğü ilkesi nedeniyle, Kıbrıslı Türklerin ayrı bir self-determinasyon hakkı uygulayarak devlet kurmaları söz konusu olamaz. Nitekim Türkiye de, aynı gerekçeyle Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’ni tanımamakta ve kardeş ülke olarak gördüğü Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü savunmaktadır. Ancak Irak Kürtlerinin elde ettikleri özerklik ve bağımsızlık yolunda attıkları adımlar, Avrupa’daki bazı özerk bölge uygulamaları ve ABD’nin desteklediği Kosova’nın bağımsızlığı da bununla çelişen güncel gelişmelerdir. Sonuç olarak, Hale’e göre, bu sorun çözülmeden Türkiye’nin AB üyeliğinin gerçekleşmesi çok ama çok zordur. Çünkü AB, kendi üyesi olan Yunanistan ve tüm adayı temsil eden Kıbrıslı Rumları aleni bir şekilde kollamaktadır. Hatta Annan Planı döneminde Türkiye ve Kıbrıs Türklerine verilen bazı sözler de, Avrupalı devletler ve AB tarafından tutulmamıştır. Ancak Türkiye’nin AB üyeliğinin genel olarak gündemden düşmesi ve çok zor bir ihtimal haline gelmesi nedeniyle, bu sorunun nereye evrileceğini zaman belirleyecektir.
Balkanlar açısından bakıldığında, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında bu bölgedeki etkisinin istikrarlı olarak arttığı söylenebilir. Ekonomik, siyasal ve kültürel olarak, Türkiye, Soğuk Savaş’a kıyasla bu bölgede artık çok daha güçlüdür. Bu bölgede Müslüman Boşnaklara ve Kosovalılara yapılan katliam ve soykırımlara Avrupa’nın sessiz kalması, Türkiye’nin etkisini arttırmış ve Türk iç kamuoyunda da milliyetçi ve İslamcı tepkilere neden olmuştur. ABD ise, Bill Clinton döneminde bu konuda insan hakları ve demokrasi yanlısı politikalar izlemiş ve Müslüman karşıtlığı yapmayarak İslam Dünyası’nda ve Türkiye’de büyük sempati yaratmıştır. Türkiye’nin etkisinin artmasına paralel olarak, Balkanlar’daki Müslüman Türk nüfus da artık daha etkili hale gelmiştir. Örneğin, Bulgaristan Türklerinin birçok siyasal oluşumu vardır ve “Hak ve Özgürlükler Hareketi” (Dviženie za Prava i Svobodi), defalarca iktidara bile gelmiştir.
Kafkasya ve Rusya coğrafyasına bakıldığında, bu alanda da, Türkiye, Soğuk Savaş’a kıyasla artık çok daha güçlüdür. Azerbaycan’ın kurulması ve Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmesi, bu konuda başlı başına önemli bir gelişmedir. Rusya ile artan ekonomik ilişkiler ve yaratılan karşılıklı ekonomik bağımlılık da, artık geçmişteki gibi işgal korkularının kolay kolay gerçeğe dönüşemeyeceğini göstermektedir. Buna karşın, bu bağımlılığın -enerji faktörü nedeniyle- Türkiye aleyhine olması, Türkiye açısından ciddi bir sorun kaynağıdır. Ayrıca Rusya’nın zaman zaman Çeçenistan örneğinde olduğu gibi Müslümanlara yönelik sert politikalar izlemesi, iki ülke ilişkilerini zaman zaman germektedir. Bunun son örneği ise, 2010’larda Suriye’de iki ülkenin karşı karşıya gelmesi olmuştur. Ayrıca Rusya’nın Azerbaycan topraklarını işgal eden Ermenistan’a verdiği açık destek de bir diğer sorundur ve iki ülkenin artan ekonomik ilişkilere rağmen hiçbir zaman siyasal müttefik olamayacakları olumsuz bir durum yaratmaktadır. Türkiye’nin bu bölgedeki en önemli ortakları ise, nüfusunun çoğunluğu Şii Müslüman olan Azerbaycan’la birlikte nüfusunun çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan olan Gürcistan’dır. Bu durum, Türkiye’nin bu bölgede İslamcı ya da mezhepçi (Sünnici) politikalar takip etmediğinin de bir ispatıdır. Ermenistan-Azerbaycan çekişmesi ise, Türkiye’nin bu bölgede istikrar ve düzeni tamamen kurmasını engellemekte ve Ermenistan’ı büyük projeler bağlamında oyundışı bırakmaktadır.
Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye’nin Bölgesel Politikaları: (2) Orta Asya ve Ortadoğu
“Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye’nin Bölgesel Politikaları: (2) Orta Asya ve Ortadoğu” başlıklı kitabın dokuzuncu bölümü, William Hale’in Türk Dış Politikası’nın Orta Asya ve Ortadoğu boyutunu incelediği bölümdür. Orta Asya’da Sovyetlerin çökmesinden sonra kurulan Türkî Cumhuriyetler, Türkiye’nin bu bölgede güçlenebilmesi açısından aslında çok büyük bir faktör olabilirdi. Ancak Azeriler ve Kıbrıs Türklerinden farklı olarak, bu bölge halklarının konuştuğu Türkçe’nin Türkiye Türkçesi’nden epey farklı olması ve Rusya’nın bu bölgedeki “ağabey” konumu, Türkiye’nin büyük bir aşama yapmasını engellemiştir. Ayrıca son dönemde Çin de Rusya kadar bu bölgede etkili olan bir diğer ülkedir. Bunların yanında, her ne kadar baba George Bush ve James Baker gibi bazı Amerikalı devlet adamları, 1990’ların başında bu ülkelere örnek olarak “Türkiye modeli”nden söz etseler de, ABD, bu bölgeye yönelik politikalarını Türklük veya Türkiye üzerine inşa etmemektedir. Dolayısıyla, Enver Paşa’nın Turan düşleri, bugün için Azerbaycan, Kıbrıs ve Irak ve Suriye’deki Türkmenlerle siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerle sınırlı kalmak durumundadır. Ancak Nursultan Nazarbayev ve Türkmenbaşı gibi liderlerin Süleyman Demirel’le yakın ilişkileri ve Türkiye’ye önem vermeleri, gelecek adına umut verici olarak görülebilir. Lakin “tek millet, iki devlet” sözü, daha uzun yıllar Azerbaycan’la sınırlı kalacak gibi gözükmektedir. Bu ülkelerde kurulan ve Türkiye’nin geçen yıl yaşanan 15 Temmuz 2016 darbe girişimine kadar büyük destek verdiği Gülen cemaatine bağlı okullar ise, Amerikan sempatisi yaydıkları ve İslamcı gençler yetiştirdikleri gerekçesiyle tepki çekmektedir ve devletler tarafından kapatılmaktadır.
İsrail’le ilişkiler ve Orta Doğu politikasına da güncel koşullar ışığında yeniden bakmak gerekir. Türkiye, 1990’ların ortalarından itibaren artan İslamcı politikalar neticesinde İsrail-Arap çatışmasında tarafsız ülke konumunu kaybetmiş ve Araplara yakın İslamcı bir ülke olarak görülmeye başlanmıştır. Buna karşın, İslamcılar bile İsrail’le ilişkileri tamamen bozmayı -yakın zamanlı Mavi Marmara Krizi’ne kadar- bozmayı düşünmemişler, ya da daha doğrusu, buna cesaret edememişlerdir. Hatta 28 Şubat gibi olağanüstü dönemlerde, Türkiye-İsrail işbirliği daha da derinleştirilmiştir. Türkiye’nin Arap ülkeleriyle -özellikle de Körfez ülkeleriyle- ilişkileri de düzenli olarak gelişmekte ve ekonomik ve siyasal ilişkiler hızla artmaktadır. Ancak Orta Doğu konusunda Türkiye açısından önemli bir sorun, Kürtlerin durumudur. Bu konuda Batı politikaları ile Türkiye’nin politikaları tam olarak örtüşmemektedir. Güncel bir örnek olarak, ABD ve Türkiye’nin PYD’ye bakış açılarının farklı olması verilebilir. Suriye ile ilişkilere bakıldığında ise, Adana Mutabakatı ile geliştirilen ikili ilişkiler, Suriye İç Savaşı nedeniyle yeniden bozulmuştur ve nereye evrileceği henüz meçhuldür. İran konusunda ise, hiçbir zaman çok iyi ya da çok kötü ilişkiler kurulmamıştır. İki ülke arasında ekonomik ve kültürel ilişkiler hızla gelişmektedir; P5+1’le İran arasında imzalanan nükleer anlaşma sayesinde, siyasi kriz ve büyük bir savaş riski ortadan kalkmış gibi gözükmekte ve bu durum Türkiye’yi rahatlatmaktadır.
Sonuçlar ve Olasılıklar
Kitabın “Sonuçlar ve Olasılıklar” başlıklı onuncu ve son bölümü, Profesör William Hale’in kitabın sonuçlarını değerlendirdiği ve geleceğe dair olasılıkları masaya yatırdığı önemli bir bölümdür. Hale’in kitabının bütününe bakıldığında, şu durum net olarak görülmektedir: Türkiye’nin dünya siyasetindeki etkisi, Cumhuriyet tarihi boyunca istikrarlı bir şekilde artmıştır/artmaktadır. Türkiye’nin ekonomik gücü ve askeri kapasitesi de istikrarlı olarak gelişmektedir. Geleceği kestirmek ise kolay değildir. Hale’e göre; dünyanın geleceğinde Çin büyük bir güç haline gelebilir ve Doğu Asya’da egemenlik kurabilir. Türk işadamları da, zamanla Çin’e yönelik yeni yatırımlara yönelerek ekonomik ilişkileri arttırabilirler. Ancak yazara göre; bu durum, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini ikame edebilecek bir noktaya asla gelemeyecektir. ABD ve NATO ile ilişkiler, yazara göre sorunlara rağmen devam edecek ve bir kopma yaşanmayacaktır. AB’ye üyelik ise kolay görünmemektedir.
Zengin bir kaynakça oluşturulmasının ardından senelerce emek verilerek yazılan bu çalışma, kanımca şimdiye kadar bu alanda yazılmış en önemli eserlerden birisidir. Hale’in bir Türk olmaması sebebiyle duygusal hassasiyetlerden uzakta değerlendirmeler yapması da, bence kitabın inandırıcılığını ve nesnelliğini daha da arttırmaktadır. Bu nedenle, bu kitabın tüm kütüphanelerde yer alması gerekir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/William_Hale_(professor).
[2] Üniversite sayfası için; https://www.soas.ac.uk/staff/staff108626.php.
[3] Bakınız; https://scholar.google.com.tr/citations?user=ZttI2rgAAAAJ&hl=tr.
[4] Üniversite sayfası için; http://pols.sabanciuniv.edu/sudirectorystaffdetay/1183.
[5] Bakınız; https://www.amazon.com/Turkish-Foreign-Policy-1774-2000-William/dp/0714650714/.
[6] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/turk-dis-politikasi-17742000/52395.html.
[7] Bazı bölümlerde, kitapta eksik kalan güncel gelişmeler de yazar tarafından eklenecektir.