Giriş
Washington DC, ABD merkezli ve 1962 yılında kurulmuş köklü bir düşünce kuruluşu olan CSIS |(Center for Strategic and International Studies/Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi), 1962-1987 döneminde Georgetown Üniversitesi’ne bağlı, daha sonra ise bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak faaliyetlerine devam eden önemli bir stratejik merkezdir. Arleigh Burke ve David Manker Abshire tarafından kurulan CSIS, günümüzde ise çalışmalarına John J. Hamre’in Başkanlığı ve Thomas J. Pritzker’ın Yönetim Kurulu Başkanlığında devam etmektedir. ABD’nin küresel liderliği için önemli çalışmalara imza atan CSIS, Ekim 2024 tarihinde Jude Blanchette ve Lily McElwee tarafından editörlüğü yapılan ve 21. yüzyıla damgasını vurması beklenen en önemli büyük güç rekabeti olan ABD-Çin ilişkilerini inceleyen raporla dikkat çekmiştir.
“Defining Success: Does the United States Need an ‘End State’ for Its China Policy?” (Başarıyı Tanımlamak: ABD, Çin Politikası için Nihai bir Hedefe İhtiyaç Duyuyor mu?) başlıklı rapor, 157 sayfalık çok kapsamlı bir çalışmadır. Raporda, Blanchettte ve McElwee dışında Hal Brands, Zack Cooper, Rush Doshi, Elizabeth Economy, Richard Fontaine, Ryan Hass, Yasheng Huang, Bilahari Kausikan, Scott Kennedy, Manoj Kewalramani, James Lee, Michael J. Mazarr, Evan S. Medeiros, Rana Mitter, Janka Oertel, Susan Shirk, Melanie Sisson, Yun Sun, Akio Takahara, Matt Turpin ve Rick Waters gibi önemli isimler yazdıkları bölümlerle raporun oluşmasına katkı sağlamışlardır. Bu stratejik konuda hazırlanan kapsamlı bir çalışma olarak, bu yazıda, CSIS’in yeni raporu özetlenecek ve değerlendirilecektir.
Başarıyı Tanımlamak: ABD, Çin Politikası için Nihai bir Hedefe İhtiyaç Duyuyor mu?
Kitabın editörlerinden olan Jude Blanchette imzalı “Giriş” bölümünün adından, raporun ilk yazısı Hal Brands tarafından kaleme alınmıştır. Brands, yazısına, ABD-Çin rekabetinin bu yüzyıla damgasını vuracak büyük güç rekabeti olacağı konusunda her iki partinin de (Cumhuriyetçiler vs. Demokratlar) görüş birliği içerisinde olduklarını ve bunun Donald Trump ve Joe Biden döneminde uygulanan politikalarla da ispatlandığını saptayarak başlamaktadır. Brands’e göre, geçtiğimiz 10 yıllık dönemde Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) Çin’i Asya ve dünya genelinde yeniden büyük bir güç haline getirmek için ekonomik, diplomatik, teknolojik ve askeri boyutları olan kapsamlı bir strateji uyguladığı konusunda Washington’da konsensüse varılmış ve bu nedenle de önceden uygulanan Çin’in sorumlu bir ortak olarak küresel sisteme entegre etmek düşüncesi yerine, Pekin’in revizyonist olduğu iddia edilen davranışlarını cezalandırma tavrı ağır basmaya başlamıştır. Ancak gerek Çin’in niyetleri, gerekse de ABD’nin buna vereceği tepkinin yöntemleri konusunda henüz George F. Kennan’ın Soğuk Savaş döneminin başlangıcında Sovyetler Birliği’ne karşı uygulanmasını önerdiği “çevreleme politikası” (containment policy) gibi net bir stratejik vizyon oluşturulmamıştır. ABD yönetiminde Donald Trump’ın Dışişleri Sekreteri olan Mike Pompeo gibi bazı kişiler Çin’in ÇKP’nin doğası gereği ABD’nin hasmı olacağı yönünde düşünürken, Biden ve Demokrat yönetimi döneminde “sağlıklı rekabet” (healthy competition) yaklaşımı daha ağır basmıştır. Bu bağlamda, Brands’e göre, bu noktadan sonra ABD’nin Çin politikası iki farklı şekilde gelişebilir: (1) rekabetçi birlikte yaşama (competitive coexistence) ve (2) rejimi yıkma politikası (regime failure). Rekabetçi birlikte yaşama, Çin’in uluslararası düzen ve ABD liderliği için varoluşsal bir tehdit oluşturmayacağı yönünde daha iyimser bir yaklaşıma sahip olanların desteklediği ve Washington’ın askeri ve ekonomik gücünü koruması ve Asya’da bunu hissettirmesi durumunda Pekin’in tek taraflı güç kullanımına dayalı politikalar geliştirmeyeceğini öngören stratejik vizyondur. Bu yaklaşım, kesinlikle ABD-Çin ilişkilerinde bir “bahar dönemi” vaat etmemekle birlikte, ABD’nin kilit konulardaki stratejik çıkarlarına zarar verilmediği müddetçe birçok farklı alanda Çin’le iş birliği yapılabileceğini öngörmektedir. Rejimi yıkma politikası ise, ÇKP’nin ve komünist ideolojinin doğası gereği Pekin’in ABD’ye düşmanca yaklaşmaya ve bölgesinde hâkimiyet kurmaya çalışacağı varsayımına dayalı olup, bu nedenle de Çin’in komünist rejimini yıkmaya yönelik politikaları savunmaktadır.
Zack Cooper imzalı ikinci yazıda da -ilk yazıya benzer şekilde- ABD’deki Çin’le ilişkilere dair iki tür yaklaşımın olduğu vurgulanmakta ve bu yaklaşımlar “coevolution” (birlikte evrim) ve “regime change” (rejim değişikliği) olarak sıralanmaktadır. Özellikle Henry Kissinger’ın üzerinde durduğu koevolüsyon veya birlikte evrim yaklaşımı, iki devlet arasında çatışma ihtimalini minimize etmek için mümkün olduğunca çok alanda iş birliğini öngörmektedir. Ancak Cooper’a göre, Şi Cinping’in 2012’de Çin’in yeni lideri olması sonrasında Pekin giderek daha iddialı bir yaklaşım benimsemiş ve ABD’nin çıkarlarıyla uyumlu hareket etmek noktasında özensiz davranmıştır. Yazara göre, Şi, Çin’i ABD’nin ortağı değil, hasmı gibi yönetmeye başlamış ve bu da birlikte evrim yaklaşımını zayıflatmıştır. ÇKP’nin 2022’den beri Küresel Güvenlik Girişimi, Küresel Medeniyet İnisiyatifi (Girişimi) ve Küresel Kalkınma Girişimi gibi iddialı planlar açıklaması da -yazara göre- bunun bir ispatıdır. Bu nedenle, ilişkilerde artık angajman/bağlılık (engagement) dönemi bitmiş ve stratejik rekabet dönemi (strategic competition) başlamıştır. ABD’deki Charlie Glaser gibi bazı Çin uzmanları, ABD’nin Tayvan politikasını değiştirmesi ve/veya Batı Pasifik’te Çin’e nefes alacak alan bırakmaları durumunda Çin’le ilişkilerin yeniden uyumlu hale gelebileceğini iddia etseler de, çoğunluk görüşü, Obama döneminde uygulanan bu yaklaşımın başarısız olduğu ve Çin’i daha da saldırganlaştırdığı yönündedir. Bu nedenle, ABD’deki şahinler, giderek daha yüksek tondan Çin’deki rejimi değiştirmekten söz etmekte ve bu yönde politikalar geliştirilmesini talep etmektedirler. Ancak bu talebin gerçekleştirilmesinin ne kadar gerçekçi, hatta Amerikan çıkarlarına ne kadar uygun olduğu da son derece tartışmalı bir husustur. Olası ÇKP sonrası Çin yönetiminin ABD’ye daha dostane yaklaşıp yaklaşmayacağı da bilinmemektedir. Bu nedenle, Biden yönetimi, Çin’le ilişkileri koparmadan, ABD’nin Asya’daki partnerleriyle ilişkileri geliştirmeye önem vermiştir. Biden’ın Çin stratejisi “invest, align, compete” (yatırım yap, hizalan, rekabet et) olarak üç parçalı şekilde özetlenebilir. Demokrat Başkan adayı Kamala Harris de bu görüşte olup, Çin’le rekabette ABD’nin üstünlük kurmasını istemekte ama bu ülkeye yönelik politikalarını doğrudan hasmane bir retorikle devam ettirmemeye gayret etmektedir. İlginç bir şekilde daha Çin karşıtı söylemler benimseyen Trump yönetimi döneminde de ABD’nin Çin’e yönelik tavrı statükoyu bozmamak yaklaşımına daha yakın olmuş ve rejim değişikliğine yönelik somut politikalar uygulanmamıştır.
Rush Doshi imzalı üçüncü yazıda, Çin’in ABD merkezli liberal uluslararası düzeni önce bölgesel, sonra da küresel ölçekte yıkarak yeni bir küresel düzen kurma arayışında olduğu vurgulanmakta ve Pekin’in tüm politikalarının bu hedefe odaklandığı iddia edilmektedir. Doshi’ye göre, bu tarz büyük güç rekabetleri çoğu zaman savaşla neticelendiği için iki ülke ilişkilerinde günümüzde oldukça riskli bir durum söz konusudur. Ancak bazen de, bu tarz rekabetler, bir tür büyük pazarlık (grand bargain) ve uzlaşı ile sonuçlandırılabilir. Üçüncü ihtimal, taraflardan birinin çökmesi (ABD-SSCB rekabetinde olduğu gibi) ile husumetin sona ermesidir. Michael J. Mazarr’ın vurguladığı dördüncü ihtimal, üçüncü büyük güç karşısında iki büyük gücün ortak tehdide karşı birleşmesidir ki, yükselen Almanya’ya karşı 20. yüzyıl başında oluşan İngiliz-Fransız iş birliği buna somut bir örnektir. Zack Cooper gibi uzmanların işaret ettikleri beşinci ve son senaryo ise, ABD’nin rejim değişikliği politikasını uygulamak yerine rejim başarısızlığı dönemlerine hazırlanması stratejisi üzerine şekillenmektedir. Amerikan halkını hangi stratejinin daha iyi mobilize edeceği de oldukça tartışmalı bir husustur. Bu nedenle, bu konuda ABD içerisinde çok daha kapsamlı tartışma ve çalışmaların yapılması önemli bir gerekliliktir.
Elizabeth Economy imzalı dördüncü bölüm, öncelikle Çin’in Şi Cinping ile küresel liderliğe meylettiği tespitiyle başlamakta ve Şi’nin Pan-Asyacılık (Büyük Asyacılık) yaklaşımına sahip olduğunu iddia etmektedir. Economy, Kuşak Yol Girişimi ve diğer önemli Çin hamlelerini (Küresel Girişimler) bu kapsamda değerlendirmektedir. Bu bağlamda, yazara göre, ABD-Çin rekabeti yalnızca ekonomik değil, uluslararası sistemin üzerine kurulacağı değerler üzerine çok daha stratejik bir temelde gelişmektedir. İki ülkenin İsrail-Filistin ve Rusya-Ukrayna gibi önemli çatışmalarda karşıt kamplarda bulunmaları da bu durumu teyit eder niteliktedir. Benzer şekilde, Pekin’in RCEP, BRICS+ ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), Washington’ın ise IPEF, G7 ve NATO’yu desteklemesi iki ülkenin hasım durumlarını gözler önüne sermektedir. Buna karşın, mevcut Amerikan yönetimi halen daha “yönetilebilir rekabet” (managed competition) düsturuyla hareket etmekte ve Pekin’e yönelik kapsamlı bir strateji ve plan ortaya koyamamaktadır. Economy’e göre, ABD’nin Çin’le rekabeti kazanması için kendi vizyonu ve Çin’e yaklaşımını ortaya koyan daha açık, net ve kapsamlı bir stratejiye ihtiyacı vardır. Bu bağlamda Amerika’nın küresel liderlik hedefleri ve politikaları netleştirilmeli ve kararlılıkla uygulanmalıdır.
Richard Fontaine imzalı beşinci bölümde, öncelikle George Kennan gibi iyi stratejistlerin nihai bir amaç ortaya koydukları iddia edilirken, Soğuk Savaş’ın bitmesi sonrasında ABD yönetimlerinin Çin’e karşı iş birliği ve yakınlaşma politikası uyguladıkları, ancak Trump döneminden başlayarak ABD’nin Çin’i “revizyonist” bir güç olarak değerlendirerek daha sert bir pozisyon aldığı vurgulanmaktadır. Fontaine, Biden döneminde ise Antony Blinken gibi kişilerin ilişkileri sürdürülebilir rekabet temelinde ve birlikte varolma temelinde değiştirdiklerini yazmıştır. Daha sonra, ABD’nin kaba güç yerine kurallarla gücünü korumayı ve uluslararası sistemi inşa etmeyi amaçladığı iddia edilerek, ABD’nin dünya sistemini değiştirmeye gayret etmeyen güçlü bir Çin ile birlikte barış içerisinde varolabileceği vurgulanmaktadır.
Ryan Hass imzalı altıncı yazıda, Biden döneminde ABD-Çin ilişkilerinin sert rekabet havasına rağmen stabil hale geldiği vurgulanarak, buna rağmen Çin politikasında net bir vizyon ortaya konamaması eleştirilmiştir. Hass’a göre, ilk olarak, ABD, Çin’deki rejimi belirleyecek güçten yoksundur ve tarih de bunu açıkça ortaya koymaktadır. İkinci olarak, ABD ile Çin, Soğuk Savaş dönemindeki SSCB ile ABD gibi iki düşman kampın kaptanları durumunda değillerdir. Bu bağlamda, Ryan Hass, ABD’nin 21. yüzyılda yalnızca demokrasi blokunun kaptanı olarak bölgesel bir güç olarak kalma riskine işaret ederek, bunun yerine çok kutuplu dünyada en büyük güç olmaya gayret etmesi gerektiğini belirtmektedir.
Yasheng Huang’ın yazdığı yedinci bölümde, ABD’nin önemli kurumlarının son birkaç yılda Çin’le yeni bir Soğuk Savaş ruhuna girmeleri eleştirilerek, ABD ile Çin arasındaki ilişkilerin bu tarz basitleştirilmiş yaklaşımların çok ötesinde daha karmaşık olduğu ifade edilmektedir. Yazıda, Çin’in yeni bir Sovyetler Birliği olmadığının altı çizilerek, Vietnam ve Hindistan’la yaşadığı sınır çatışmalarına ve Tayvan ve Güney Çin Denizi’ndeki güç gösterilerine karşın Çin’in henüz Sovyet Rusya gibi agresif bir dış politikaya yönelmediği hatırlatılarak, Amerikalı karar alıcıların SSCB-Çin benzerliği temelinde hareket etmesinin yanlış olduğu vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, Biden yönetiminin benimsediği yönetilebilir rekabet veya sürdürülebilir rekabet yaklaşımı açıklanarak, sadece cezalandırmaya dayalı bir yaklaşımın başarılı olamayacağı görüşü işlenmektedir. Yazıda, Soğuk Savaş döneminde bile ABD ile Rusya arasında bir ölçüde iş birliği olduğu hatırlatılırken, Çin’in ise SSCB’den farklı olarak küresel ekonomide çok önemli ve etkin bir devlet olduğu ifade edilmiştir.
Bilahari Kausikan’ın yazdığı sekinci bölümde, ABD’nin Asya’ya yönelik politikasının bu bölgede hegemon bir gücün oluşmasına engel olmak temelinde geliştiği ve geçmişte emperyal Japonya ve Sovyetler Birliği’ne karşı da bu stratejinin güdüldüğü hatırlatılarak, günümüzde Çin’e karşı geliştirilen Soğuk Savaş 2.0 yaklaşımının hatalı olduğu ifade edilmektedir. Buna gerekçe olarak SSCB’nin aksine Çin’in küresel ekonomideki ağırlığı vurgulanırken, bu karşılıklı bağımlılığın iki ülkeyi savaşa götürme riskini azalttığı açıklanmaktadır. ABD-Çin rekabetinin daha çok Asya-Pasifik merkezli olduğu görüşü işlenirken, Kausikan, ÇKP’nin rövanşist ve aşırı milliyetçi bir siyasi çizgisi olduğunu iddia etmekte ve Çin’deki ÇKP iktidarının ciddi bir alternatifinin olmadığını kaydetmektedir. ABD’nin Çin’e karşı sabırlı diplomasi ve caydırıcılık unsurlarını geliştirmesini salık veren yazar, Çin’in milliyetçi çizgisinin devam edeceğini ve çabuk bir çözüm beklenmemesi gerektiğini de sözlerine eklemektedir. Ayrıca, Tsinghua Üniversitesi’nden Yan Xuetong’un işaret ettiği şekilde yeni nesil Çinlilerde aşırı özgüven ve üstünlük hissinin oluşması riskine vurgu yapan Kausikan, Çinli liderlerin de kesinlikle rasyonel (akılcı) ve risk almayan yapıda olduklarının altını çizmektedir. Buna karşın, çatışma riskinin bir hayal ürünü olmadığını da yazan uzman, Çin Rüyası’nın Çin’i bölgedeki dominant güç haline getirmek istediğini vurgulamaktadır. Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Filipinler gibi ülkelerin Çin’i giderek artan şekilde tehdit gibi gördüğünü belirten Kausikan, Tayland’ın duruşunun ise daha karmaşık olduğunu yazmaktadır. QUAD ve AUKUS gibi girişimlerin ABD açısından önemini de vurgulayan yazıda, ek olarak, paniğe dayalı anı tepkiler verilmemesi gerektiğini ifade etmektedir.
Scott Kennedy, raporun dokuzuncu bölümünün yazarı olarak, yazısına ABD’de Çin politikasının giderek partilerüstü bir hüviyet kazandığını tespit ederek başlamaktadır. Washington’da Çin’in içeride otoriter, dışarıda da kurallara uymayan bir devlet olarak algılandığının altını çizen Kennedy, buna karşın ABD’nin Çin politikasının uzun dönemli ve hedefleri belirlenmiş olmadığını yazmaktadır. İlişkilere dair 4 farklı model belirleyen Scott Kennedy; bunları işbirlikçi ve rekabetçi olarak ikiye ayırmaktadır. İşbirlikçi politikalara örnek olarak Reagan, Clinton, Bush ve Obama dönemlerindeki angajman/bağlılık (engagement) politikası ile Nixon, Carter ve baba Bush dönemlerindeki detant (detente) politikasını işaret eden Kennedy, rekabetçi politikaları ise Biden dönemindeki sistemik rekabet yaklaşımı (systemic competition) ve Trump dönemindeki karşı karşıya gelme (confrontation) olarak sıralamaktadır. Kennedy’e göre Biden dönemi ve sistemik rekabet yaklaşımında riskleri/bağımlılıkları azaltma (de-risking) görüşü ağır basarken, Trump’ın karşı karşıya gelme stratejisinde dekuplaj (decoupling) yaklaşımı daha baskındır. Yazar, son olarak, Amerikalı karar alıcılara tavsiye olarak şu görüşleri belirtmektedir: (1) ABD kurallara dayalı liberal uluslararası sistemi desteklemelidir, (2) ABD, uluslararası hukuk kurallarına uygun davranmalıdır, (3) ABD’nin liberal uluslararası düzeni tek başına ayakta tutacak gücü olmadığı için diğer devletlerle iş birliği tesis etmesi şarttır.
Manoj Kewalramani, raporun onuncu bölümünden Hindistan’ın ABD-Çin rekabetine yaklaşımını konu edinmiştir. Hindistan Dışişleri Bakanı S. Jaishankar’ın günümüz uluslararası sistemini kırılgan olarak değerlendirdiğini ve artan büyük güç rekabetine vurgu yaptığını hatırlatan Kewalramani, Yeni Delhi’nin ne büyük bir ABD-Çin husumeti, ne de mükemmel bir ABD-Çin uzlaşısını kendi çıkarlarına uygun görmediğini vurgulamaktadır. Hindistan’ın dış politikada güçlenmek isteyen bir aktör olduğunu da yazan Kewalramani, sürdürülebilir ABD-Çin rekabetinin her iki tarafla da farklı angajmanları (QUAD vs. BRICS+) Hindistan için avantajlı olduğunu yazmış ve herşeye rağmen Hindistan için ABD’nin çok kutuplu Asya’da en büyük güç olarak kalmasının daha olumlu olacağını iddia etmiştir.
James Lee, raporun on birinci bölümündeki yazısında ÇKP’nin ABD’ye ne ölçüde tehdit oluşturduğu konusunda kanıt eksikliği olduğunu vurgulayarak, öncelikle ABD’nin Çin’e karşı zaferinin ne olduğunun tanımlanması gerektiğini yazmaktadır. Bu bağlamda, Hint-Pasifik bölgesindeki ABD kuvvetleri ve müttefiklerinin rahatlığı ve Çin’in liberal bir devlete dönüşmesinin ABD için stratejik zafer olacağını vurgulayan yazar, Washington’ın Çin’i yıkmaya değil, kendi yaşamsal çıkarları aleyhine hareket etmemeye ikna etmesinin yeterli bir başarı olacağının altını çizmektedir. Bu bağlamda Tayvan konusunu öne çıkaran Lee, Çin’in buraya yönelik olarak tek taraflı bir girişim (savaş/işgal, abluka vs.) gerçekleştirmemesinin önemli olduğunu belirtmektedir.
Michael J. Mazarr, ABD-Çin teknoloji rekabetini incelediği raporun on ikinci bölümünde, Çin liderliğinin 5G teknolojisi başta olmak üzere kritik konularda küresel liderliği hedeflediği ve bu yönde stratejik adımlar attığını vurgulamakta ve ABD’nin bu konudaki yaklaşımının yakın zamana kadar daha kapsamsız ve naif olduğuna işaret etmektedir. Dışişleri Sekreteri Antony Blinken’ın Çin’le teknolojik rekabette 6 kritik sektörü saydığını hatırlatan Mazarr, bunları (1) mikroelektronik, (2) gelişmiş bilgisayar ve kuantum teknolojisi, (3) yapay zeka, (4) biyoteknoloji, (5) telekomünikasyon ve (6) yeşil enerji olarak sıralamaktadır. Bu bağlamda, yazar, ABD’ye, ülkedeki teknolojik gelişimi sağlayan ekosistemi korumayı ve geliştirmeyi, ABD’nin rakiplerine tekel olma imkânı sağlamamayı ve yabancı devletlere bağımlılığı azaltmayı önermektedir.
Kitabın editörlerinden de olan Lily McElwee, on üçüncü bölümde, Çin’in son 10 yılda uluslararası hukuku hiçe sayan güce dayalı, devletçi ve güvenlikçi yaklaşımının arttığını iddia etmekte ve bu nedenle Pekin’in giderek artan şekilde Washington’da bir risk/tehdit kaynağı olarak görülmeye başladığını vurgulamaktadır. Biden dönemde Trump döneminde başlatılan vergilendirme politikasının devam ettiğini kaydeden McElwee, birçoklarına göre Washington’ın Pekin politikasını daha kapsamlı ve amaçları belirlenmiş bir temel oturtması gerektiğini düşünmektedir. Bu bağlamda, yazar, ABD’nin Çin’e yaklaşımında “zafer vizyonu” (vision of victory) oluşturulması gerektiğini yazmaktadır. Bu bağlamda, yazarın tartıştığı konuların başında rejim değişikliği politikasının ABD’nin çıkarlarıyla ne ölçüde örtüştüğüdür. Zira haklı şekilde, bazı Amerikalı stratejistler, Çin’deki ÇKP iktidarının değiştirilmesi durumunda Çin’in Vladimir Putin’inin ortaya çıkabileceğini ve bunun da ABD için daha riskli olabileceğini düşünmektedir. Çin’in ekonomik büyüklükte yüzde 10’u olan Rusya’nın ABD’ye ve uluslararası sisteme meydan okumadaki büyük mahareti de düşünüldüğünde, Çin’de rejim değişikliğinin ne ölçüde gerekli olduğu daha da tartışmalı hale gelmektedir. Biden yönetimi 2022 Ulusal Güvenlik Belgesi ile Çin’i ilk kez bu kadar açık bir şekilde rakip olarak değerlendirmiş ve ABD müttefiklerine destek verilerek uluslararası sistemin devamlılığının sağlanacağını ifade etmiştir.
Evan S. Medeiros, on dördüncü bölümde, ABD ile Çin arasındaki ilişkinin rekabetin nasıl olacağının belirleneceği kritik bir süreçten geçtiğini belirterek, tarafların bu dönemde ulusal çıkarlarını belirleyerek birbirleriyle olan ilişkilerini nasıl kurgulayacaklarını hesap ettiklerini vurgulamaktadır. ABD’nin Çin’le ilişkilerin nihai bir hedefe ihtiyaç duyduğunu kaydeden Medeiros, ancak bu hedefin geniş kapsamlı olması gerektiğinin altını çizmektedir. Nihai hedefin Amerikan çıkarlarını korumak ve geliştirmek temelinde oluşması gerektiğini yazan Medeiros, Asya’da hegemon bir gücün oluşmasını engellemeyi, ABD’nin Asya’ya çıkışının engellenmemesini garanti etmeyi ve küresel iş birliği gerektiren iklim değişikliği gibi konularda Pekin’le iş birliğinin ortadan kalkmamasını diğer önemli unsurlar olarak belirlemektedir.
Rana Mitter, raporun on beşinci bölümünde, ilk olarak, Birleşik Krallık’ta yeni işbaşı yapan İşçi Partisi/Keir Starmer hükümetinin Çin’le ilişkiler konusunda kapsamlı bir gözden geçirme/denetim süreci başlattığını ve bunun sonuçları olabileceğini yazmaktadır. Londra’daki yeni hükümetin AUKUS ve CPTPP’ye olan bağlılığının da değişmeyeceğini iddia eden Mitter, son dönemde ABD’dekine benzer şekilde Birleşik Krallık’ta da Çin’le ilişkiler konusunda rekabetçi yaklaşımın öne çıktığını kaydetmektedir. Avrupa güvenliği açısından Rusya tehlikesinin öncelikli gündem olmaya devam ettiğini ama Çin konusunun da giderek önem kazandığını belirten yazar, Londra’nın Çin’in Rusya’ya Ukrayna ile savaş politikasında güç katan satışlarını engellemek ve Tayvan ile Güney Çin Denizi konularında da statükoyu muhafaza etmek çizgisinde olduğunu düşünmektedir.
Janka Oertel imzalı raporun on altıncı bölümü, Avrupa’nın Çin’le ilişkilerine yakından göz atmakta ve Avrupa’nın tek sorununun Moskova (Rusya) değil, aynı zamanda Pekin (Çin) olduğunu iddia etmektedir. Buna karşın, Moskova-Pekin ittifakının Avrupa için dezavantajlı bir durum olduğuna değinen Oertel, Avrupa’daki genel Çin politikası eğiliminin “decoupling” yerine “de-risking” temelinde olduğunun ve Pekin’le ilişkileri koparmak noktasında Avrupalı büyük devletlerin çok da istekli olmadıklarının altını çizmektedir.
Susan Shirk’in yazdığı raporun on yedinci bölümü, ABD’nin Çin’le birlikte yaşamaya mecbur olduğunu idrak ederek, bu ülkeyle büyük bir stratejik pazarlık yapılması gerektiği temelinde kurgulanmıştır. Soğuk Savaş dönemi mantığını eleştiren Shirk, Çin’in son dönemde bölgesindeki birçok devleti rahatsız eden tavrı, Tayvan’da olası bir savaş tartışmaları ve Çin’in Uygurlar politikasına yönelik sert eleştirileri iki ülke ilişkilerindeki önemli konular olarak işaret etmektedir. Bunlara ek olarak, Çinli elitlerin de giderek artan ölçüde Şi Cinping’in kişileşmiş iktidarından rahatsızlık duyduklarını iddia eden Shirk, Şi’nin sonsuza kadar Çin’i yönetemeyeceğini de hatırlatarak, ikili ilişkilerde geleceği de düşünmek gerektiğini ima etmektedir. Yaptığı görüşmeler sonucunda Şi Cinping döneminde uygulanan ve ABD ve Batı bloku ile ilişkileri geren dış politikaya Çin içerisinde ciddi tepkilerin olduğunu iddia eden Shirk, ordudaki birçok önemli Generalin de yolsuzluk nedeniyle hapse atılması sonucunda Çin’in askeri modernleşmesinde sorunlar yaşandığını da düşünmektedir. Bu bağlamda, Çin’le stratejik bir müzakere süreci öngören Susan Shirk, bu süreçte açık ve hedeflenmiş amaçlar olması gerektiğini kaydetmektedir.
Melanie Sisson, raporun on sekizinci bölümünde öncelikle ABD’nin Çin’le savaş içerisinde olmadığını vurgulayarak, Çin’e karşı “zafer” yaklaşımıyla hareket etmenin ABD’yi kendisi olmaktan çıkaracağını yazmaktadır. Çin’i yavaşlatmak/durdurmak adına benimsenen korumacı ekonomi politikalarının ABD’nin genel ilkeleri ve siyasi ideolojisiyle uyuşmayacağını düşünen Sisson, Birleşik Krallık veya diğer Batılı devletlerin Çin’le rekabet içerisinde olmadıklarını ve bu konuda daha ziyade ABD’nin sürüklediği rekabetçi bir havanın oluştuğunu vurgulamaktadır. ABD’nin bölgedeki artan askeri varlığının Çin’in endişelerini daha da körüklediğini düşünen yazar, Amerikalıların tek kutuplu olmayan bir dünya düzeninde de özgür olabileceklerini yazarak, oluşan çok kutupluluğa işaret etmektedir.
Yun Sun, on dokuzuncu makalede, öncelikle Yeni Soğuk Savaş tartışmalarına karşın ABD ile Çin arasındaki ilişkileri ABD ile SSCB arasındaki ilişkilere benzetmenin hatalı olabileceğini vurgulayarak, Pekin’in rejim tipinden bağımsız olarak kapasitesi, büyüklüğü, tarihi ve kültürüyle Washington için daima bir rekabet unsuru olacağını düşünmektedir. Çin’in mağlup edilmesinin ABD için elbette en avantajlı durum olacağını yazan Sun, ancak savaşta zaferin gerçek bir son olmadığını ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya ve Japonya örneklerinde olduğu gibi asıl bu devletleri uluslararası sisteme dahil etmenin başarı olacağını ifade etmektedir. 1979’dan beri uygulanan Çin’le yakınlaşma politikasının bu ülkede ABD’nin istediği türde bir siyasanın oluşmasına neden olmadığını düşünen yazar, Çin rejiminin dağılmasının SSCB sonrası Rusya’ya benzer sonuçları olabileceğini de kaydetmektedir. Günümüzde rekabet temelinde kurgulanan Çin politikasının henüz oluşum sürecinde olduğunu düşünen yazar, son olarak bir kez daha Çin’in ABD’ye meydan okumasının rejimiyle değil, büyüklüğüyle ilgili olduğunu belirtmektedir.
Akio Takahara imzalı raporun yirminci bölümü, ABD’nin Çin’le ilişkilerinin sadece rekabet olgusu temelinde açıklanmasını eleştirmekte ve iki ülke arasında iş birliği olan alanlar/konular olduğunu da vurgulamaktadır. Yazar, bu bağlamda Japonya-Çin ilişkilerini örnek göstermekte ve ilişkileri sadece stratejik temelde ele almanın hatalı olacağını kaydetmektedir. Çin-Japonya ilişkilerinde hâkim olmaya başlayan rekabetçi havaya karşın iki ülkenin yoğun ticari iş birliğini koruduğunu yazan Takahara, ABD-Çin ilişkilerinin de benzer şekilde geliştirilebileceğini düşünmektedir. Çin’in güç kazandıkça ABD ile ilişkiler ve uluslararası sisteme yaklaşım konusunda daha iddialı davrandığını düşünen Takahara, buna karşın Çin liderinin ABD’nin yerine geçmeyi hemen istemeyecek kadar bilinçli olduğunu yazmaktadır. Bu bağlamda, yazar, Japonya-Çin ilişkilerine benzer şekilde, ABD’ye aynı anda rekabet ve iş birliği politikasını önermektedir.
Matt Turpin’in yazdığı yirmi birinci bölümde, ABD’nin stratejik kültürünün anti-liberal karakteristikli rejimlere (Nazi Almanyası, emperyal Japonya, SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti) alerjisi olduğunu belirtilerek, ABD’nin Çin’i stratejik partner yapma temelinde uyguladığı politikanın başarılı sonuç vermediğini ve bu nedenle de Amerikalı karar alıcıların Çin’e karşı bir “zafer vizyonu” oluşturmalarının doğal olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda, Rusya ve Çin’i ABD ve liberal değerlerin düşmanı olarak gören Turpin, ABD’nin savunma bütçesini arttırması, Çin ve Rusya ile ekonomik ilişkilerin kesilmesi ve bu ülkelerin izole edilmesi gibi sert öneriler yapmaktadır.
Rick Waters imzalı raporun yirmi ikinci ve son bölümünde, yine George Kennan’a referansla öncelikle Çin politikası konusunda ABD içerisinde kesin bir uzlaşıya varılması gerekliliğini ortaya koymaktadır. ABD’nin Çin ve Rusya politikasının rejim değişikliği temelinde kurgulanmasının üçüncü ülkelerdeki rejimleri de “renkli devrimler” bağlamında kaygılandırabildiğini vurgulayan yazar, ABD’nin küresel güneydeki otokrasilerle de etkileşim içerisinde olabilmesi için bu konuda dikkatli olunması gerektiğini kaydetmektedir. Waters, Soğuk Savaş döneminin aksine henüz Çin’le ilişkiler konusunda kapsamlı resmi stratejik belgelerin oluşturulmadığını vurgularken, siyasetçilerin iç politikaya yönelik konuşmalarının da zaman zaman dış politika ve güvenlik politikası algılamalarında muğlaklıklar ve sorunlar yaşandığını belirtmektedir. Ek olarak, Rick Waters, dünyanın üretim açısından dörtte birini temsil eden Çin’in ABD’nin kendisine yönelik nihai politikasının rejim değişikliği olduğu algısına sahip olduğunu belirtirken, bunun da ilişkilerde güven sorunu yarattığını düşünmektedir.
Değerlendirme ve Sonuç
Sonuç olarak, CSIS’in 2024 ABD-Çin ilişkileri raporu, önemli ve ilgi çekici bir rapor olmasının yanında, birbirinden farklı perspektifleri içermesi bağlamında da değerlidir. Buna karşın, raporda sayısal bağlamda iki ülkenin güç unsurları, birbirlerine olan bağımlılıkları ve mevcut uluslararası sisteme katkıları belirtilmemiş ve yazıların çoğunda rekabetçi/çatışmacı bakış açısı hasıl olmuştur.
Oysa 1979’dan günümüze kadar değerlendirildiğinde, Çin’in içe kapanmacı geri kalmış bir komünist devletten günümüzün teknoloji ve üretim devi bir sosyal piyasa ekonomisine dönüşmesi tam anlamıyla bir Amerikan mucizesidir. Amerikalılar, Çin’in dönüşümü ve gelişimini kendi başarıları olarak değerlendirmeye başladıkları anda, belki de, ilişkilere hâkim olan olumsuz hava bir anda değişecektir. Zira şurası bir gerçektir ki, yıllar önce Joseph S. Nye’ın bir konuşmasında belirttiği şekilde, ekonomik büyüklük olarak ABD’yi geçse de, askeri kapasitesini ABD ve NATO ile boy ölçüşecek kadar arttırsa da, Çin kültürü ve siyasetinin tüm dünyayı kapsayacak bir hegemon olma yönündeki istek ve yetisi henüz ABD ile mukayese edilebilecek düzeyde değildir.
Dahası, Çin, ABD gibi askeri, siyasi ve ekonomik ittifaklar oluşturan bir devlet de değildir ve daha çok ikili ilişkiler temelinde politikalarını şekillendirmektedir. ABD ise, kurduğu bütün ittifak zincirleri, diğer devletlere yönelik sert politikalarına vs. rağmen kendisini güvende hissetmemekte ve daima bir düşman arayışı içerisinde hareket etmektedir. Elbette hegemon bir devlet veya bir süper güç için bu anlaşılabilir durum olmakla birlikte, ABD, belki de Çin yükselişine bu kadar kafayı takmak ve Çin’i engellemeye çalışmak yerine kendisi ve müttefiklerinin sorunlarını çözmeye çalışsa, çok da olumlu ve dostane bir devlet olarak algılanıp dış politikada daha büyük destek bulabilecektir. Ek olarak, ABD, Çin’in küresel projelerini kendi liderliğine alternatif girişimler yerine kendisinin de dahil olacağı küresel inisiyatifler olarak değerlendirse, belki de yine kendi başarısını arttıracak ve dünyada daha olumlu bir imaja sahip olabilecektir.
Son olarak, Çin’e yönelik rejim değişikliği politikası da hiç gerçekçi değildir. Çin’de ÇKP yönetimine duyulan güven çok yüksek düzeyde olup, halkın kendisini fakirlikten kurtaran rejime bağlılığı da Batı ülkeleriyle kıyaslanamayacak kadar iyi seviyededir. Üstelik Çin gibi devasa bir ülkenin barışçıl komünist esaslar yerine aşırı milliyetçi/savaşçı tezler üzerine kurulması durumunda Çin’in dünya ve ABD’ye oluşturacağı riskler kat ve kat fazla olacaktır. Oysa “raison d’état“sı veya hikmet-i hükümeti yalnızca kendi içerisinde değil, tüm gelişmekte olan ülkelerde kalkınmayı sağlama ve fakirliği ortadan kaldırma olan bir devletin varlığı, başta ABD olmak üzere tüm diğer devletler için bir şanstır. Elbette Çin de, uluslararası sisteme uyum, uluslararası hukukun ve kuruluşların korunması, Kuzey Kore ve Rusya’nın dizginlenmesi, iklim değişikliği, siber suçlarla mücadele, fikri mülkiyet haklarının korunması, ABD karşıtlığı ve nefretinin körüklenmemesi ve Tayvan’da hızlı ve şiddete dayalı bir çözümün gerçekleştirilmemesi gibi konularda yeni dönemde ABD ile daha uyumlu davranabilir.
Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ